“Çocukluk yıllarım acılarla doludur. Henüz çocukken zayıf omuzlarıma dağlar kadar yük binmişti. Babam ve amcalarım sürgüne gönderilmiş, annem ve kardeşlerim ile birlikte uzun kış gecelerinde hep onları beklemiştim. Amcam Riskulbek ara sıra Mançurya’dan mektup gönderir ve mektuplarında bazen bulgur isterdi. Uzun kış gecelerinde annemle, Karakız Halam el değirmeninde buğday öğütürlerdi. Babamdan hiç mektup gelmedi. Anam bir ömür boyu hep ümitle babamı bekledi. Anama ümit veren biraz da fal bakan bir kadının “bir gün kavuşacaksınız” demesiydi.” (Aytmatov, 2005, s. 115)

Bu satırlar romanlarıyla dünya çapında tanınan ve Orta Asya’nın dirilişinde çok büyük emekleri bulunan büyük edebiyatçı, mütefekkir Cengiz Aytmatov’a aittir. Eserleri 176 dile çevrilen bu “Adsız Oğlan”ın hayat hikâyesi yürekleri yakan cinstendir. Şayet onun yerinde olsaydınız, sanırım M. Akif’in;

Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım,

Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım” dediği gibi derdiniz.

İşte bu “Adsız Oğlan”, 12 Aralık 1928’de Kırgızistan’ın Talas bölgesinde dünyaya gelir. İlkokula 1935 yılında Moskova’da başlar. Henüz dokuz yaşındayken, 1937’de babası sürgüne gönderilir. Onu babaannesi Ayıkman Hanım büyütür. Doğduğu topraklardan hiç vazgeçmemesi, yaşadığı bozkırların ve yaşam biçimlerinin iyice şuur altına yerleşmesi, babaannesinin Manas Destanı’ndan anlattığı hikâyelerle beslenir.

Yaşanan bu acılardan sonra Kirovskiy’e taşınırlar. Burada bulunan Rus yatılı bölge okuluna devam eden yazar, ailesinin geçim sıkıntısı nedeniyle henüz 14 yaşındayken vergi tahsildarlığı, Rusça öğretmenliği gibi işlerde çalışır. Yazarlık kariyerine, 1952’de kaleme aldığı ve savaş sonrası sefalet çeken Japon çocuklarını anlattığı “Gazeteci Cyuda” adlı öyküyle adımını atar. Kırgızistan’ın folklorik hikâyelerini modern edebiyatla harmanlaması, onun Sovyet Yazarlar Birliği’ne kabulünü sağlar. Ayrıca (1956-1958) Moskova’daki Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü’nde okuma imkânı kazandırır. O yıllarda kaleme aldığı “Cemile” adlı eserinin Fransız şair Louis Aragon tarafından Fransızcaya çevrilmesiyle de meşhur olur.

 Cengiz Aytmatov hem çok yönlü yaşamı hem de ardında bıraktığı dev eserlerle edebiyat severlere ışık tutmaya devam ediyor.

Ancak ne ‘Yazarlar Birliği’ne kabulü ne de ‘Cemile’ isimli eseriyle meşhur olması Aytmatov’un yürek yangınını söndüremez. Hohlaya hohlaya karlı dağları eritir gibi önüne çıkan bütün engelleri aşmaya çalışan bu adamın yüreği hâlâ yangın yeridir. Nasıl yanmasın ki 1937 yılı Aralık ayından bu yana babası Törekul’dan hâlâ haber alamamıştır. Onun gitmesiyle birlikte hem ailenin yükünü çekmek hem de babasızlığın ezikliğini yüreğinde hissetmek ona ıstırap vermektedir. Diğer taraftan aileye isnat edilen halk düşmanı ve milliyetçi yaftası her köşebaşında karşısına çıkar. Devlet kurumlarından hangisinin kapısını çalsa yüzüne kapanır. O, bu duruma daha fazla dayanamaz ve bir dilekçe yazarak; “Aytmatov ailesi olarak gerçekleri öğrenmek istiyoruz, babamızın suçu neydi?” diye sorar. (Dıykanbayeva, 2015, s. 173) Bu dilekçeye, İç İşleri Harbi Komiserliği’nden; “Babanız yargılanmış ve mektup yazma hakkına sahip olmadığı uzak bir kampa gönderilmiş.” şeklinde kısa bir cevap gelir.

Babasıyla ilgili aldığı bu cevaptan sonra çocukluk yıllarında babaannesinin Manas Destanı’ndan anlattığı geleneklerine ait bir inanışı hatırlar. Şöyle ki: “Eskiden ata babalarımız, gurbete giderken bir avuç vatan toprağını beline bağlarlarmış, toprak çeksin diye. Taze gelinler, kocalarına ekmeğin ucundan ısırtırlar, kalan ekmeği saklarlarmış, ekmek çeksin diye.” (Aytmatov, 2005, s. 115) Peki, doğru muydu bu? Hayır!.. Çünkü ne toprak ne de ekmek, babasını ve amcalarını çekmemişti. Ama olsun; şayet birinin yolu gözleniyorsa ümit denen bu tür inanışlar, insanın uzaklara bakabildiği dürbün gibidir.

Her şeye rağmen aldıkları bu haber, ailece onların yüreğinde bir meltem esintisi meydana getirir. Zira babalarının hâlâ yaşıyor olma ihtimali vardır. Ta ki 1957 yılında İç İşleri Harbî Komiserliği’nden gelen mektuba kadar. Mektupta, babaları hakkında bilgi alabilecekleri yazmaktadır. Bu haber üzerine annesinin kalbi yerinden fırlayacak gibi olur. Kızı Roza ile birlikte yola çıkan gönlü yaralı anne çok heyecanlanır ve: “Acaba babanız çok değişti mi? Bizi görünce kim bilir nasıl sevinir? Tutuklandığında 34 yaşındaydı ve 20 yıldır onunla görüşemedik. Görüştüğümüzde sevinçten inşallah kalbim durmaz” der. (Dıykanbayeva, 2015, s. 174) Komiserliğe geldiklerinde Nagima Hanım, kapıdaki görevliye mektubu verip içeri girer. Fakat girmesiyle çıkması bir olan annesinin korkudan beti benzi atmıştır. Roza, o gün yaşadıklarını  şöyle anlatır:

Anamı o halde görünce, çok korktum. Gözlerinden akan yaşlar yüzünü ıslatmış, dudakları titriyordu. Tek kelime etmeden elindeki kâğıdı bana uzattı. Kâğıtta babamın davasının tekrar ele alındığı ve ölümünden sonra aklandığı yazıyordu. Lanet olası bu kâğıt, 20 yıllık ümidimizi bir anda paramparça etmişti. Artık yaşamanın anlamı kalmamıştı. Zira bunca zaman her türlü zorluğa tahammül edebilmemiz, babamızın bugün olmazsa yarın geleceği ümidiydi. ” (Şahanov, 2002, s. 31)

Yıllar, yaşanan buna benzer yüzlerce adaletsizlik atmosferinde geçerken 70’li yılların ortasına gelinir. Asya’nın kara kışı hâlâ bitmemiştir, her şey koyu bir karanlığın koynundadır. Bu zifiri karanlık geceler, bağrında büyüyen acılarla kıvranmaktadır. Aytmatov ve ailesini ayakta tutan fersiz lamba da artık sönmüştür. Abdülhak Hamit’in “Her yer karanlık pür-nûr o mevki?.. / Mağrib mi yoksa makber mi yâ Rab!” diye kaybettiği hanımının ardından inlemesi gibi Aytmatov da Asya’nın steplerini inletmek ister. Ne var ki onun bu iniltisini duyurabileceği kimse yoktur. Zira herkes el yordamıyla ancak kendi yitiğini aramaktadır.

1975 yılına gelindiğinde Aytmatov, bir vesileyle Amerika’ya gitmiştir. O günlerde kız kardeşi Roza, Talas’ta bir kadınla karşılaşır. Bu kadın; “Ağabeyim yıllardır sizi arıyor, üzerinde babanızdan kalma bir emanet varmış.” der. Roza telaşla, “Ağabeyiniz nerede?” diye sorar. “Tüberküloz hastanesinde yatıyor.” cevabını alınca birlikte yola koyulurlar. İki yataklı bir hastane odasında yatan bu adam, babasının hücre arkadaşıdır. Roza’yla göz göze gelir ve; “Gözlerin tıpkı babanın gözleri gibi. Bundan sonra ölsem de gam yemem. Artık ötede baban Törekul’la görüştüğümüzde yüzüm yerde kalmaz.” diye başlar söze. “Baban Törekul ne iyi bir adamdı. Beni fena dövmüşler ve ölür düşüncesiyle babanın koğuşuna bırakmışlar. Gözlerimi açtığımda kendimi babanın şefkatli kolları arasında buldum. Bir gün sonra babanı götüreceklerini söylediler ve ertesi gün alıp götürdüler. Bir daha da haber alamadım. Giderken bana bir torba bıraktı ve üzerinde Cengiz, İlgiz, Talas yazıyordu. Ayrılırken mahzun ve mükedder bir şekilde bakarak şu sözleri söyledi: ‘Beni, sen devlet düşmanısın, diye öldürecekler. Bu torbayı evlatlarıma verirsin.’ dedi. Fakat beni de Sibirya’ya sürdüler ve korkumdan torbayı bir nehre attım.”

Öksürmekten nefes alamayan bu adam, ısrarla konuşmaya devam eder: “Ve bir gün şu yatakta yatan genç durmadan kitap okuyordu. Okuduğu kitabı yastığın üzerine bırakarak bir ara dışarı çıktı. Ben de öylesine kitaba uzandım ve baktım. Kitabın kapağında; ‘Toprak Ana…Cengiz Aytmatov…’ yazmaktaydı. Kalbim bir anda duracak gibi oldu. Kapağını açtım, ‘Baba, ben sana bir anıt dikemem, çünkü nerede yattığını bile bilmiyorum. Babam Törekul Aytmatov’a!.. Oğlun Cengiz!..’ Farkında olmadan; ‘Bu, Törekul’un oğlu!’ diye bağırdım.”

Hasta adam, o günden bu yana kendilerini aradığını; zira babalarının vasiyetini yerine getiremeden can vermekten çok korktuğunu söyleyerek şöyle der: “Babanız öbür âlemde ‘Tenirberdi! Niçin sözünü yerine getirmedin? Onlar beni hayatı boyunca aradılar.’ derse ne derim?” Roza, son anlarını yaşayan bu adamdan daha kötü durumdadır. Adama sarılarak o da ağlamaya başlar. Adam son sözlerini şöyle tamamlar: “Kurban olayım yavrum! Beni tüm Törekul ailesi adına affedin.” (Şahanov, 2002, s. 34)

İşte hayatı boyunca acıların kıskacında preslenen Aytmatov’un bu yürek yakan hadiseler aklına her geldiğinde gözleri dolar ve kimseye fark ettirmemek için yüzünü başka yöne çevirirdi. Onun maviye çalan gözlerinden akan bu yaşlara, çoğu zaman dışarıdaki Asya’nın asırlık hüzün yağmurları da eşlik ederdi. Aytmatov, yüreğinde bir kor hâline gelen acılarla kıvranırken yıllar sonra “Beyaz Gemi”de kaybettiği “Adsız Oğlan”ı bulur. Onun hikâyesi de şöyledir: “Bir gün onunla aynı masaya oturan dostlarından birisi, artık zamanı geldi düşüncesiyle kendisine; Adsız Oğlan şimdi nerede? diye sorar. Aytmatov, sanki yarasına dokunulmuşçasına duygulanır ve ilk alınan okul çantasına geceler boyunca sarılıp yatanın, babasının geleceğinden artık umudunu kesince ‘Babaaa!’ diyerek Issık Göl’de kaybolan ‘Adsız Oğlan’ın ta kendisi olduğunu itiraf edemez. Bir müddet sustuktan sonra sonra; O, şimdi Pekin’de. deyince herkes şaşırır. Bakışlardan meraklandıklarını anlayınca; Bundan birkaç yıl önce Çin’e gitmiştim. Otel odama girdikten sonra telefonum çaldı ve bir ses; ‘Babacığım! Pekin’e hoş geldin!’ diyordu. ‘Sen kimsin?!’ dedim. ‘Ben Issık Göl’de kaybettiğin oğlunum.’ deyince çok duygulandım.” dedi ve duygularını saklamak için her zaman olduğu gibi yüzünü çevirerek; İşte böyle, o şimdi Pekin’de… (Şahanov, 2002, s. 34) diyebildi.

Evet, Aytmatov’un acılarla yoğrulan hayat hikâyesi bir makaleye sığmayacak kadar uzundur. Dolayısıyla yaşanan bu trajediler onu erken yaşta yıpratır. Tarihine küsmüş, mensup olduğu milletine ve öz değerlerine yabancı, idealsiz nesiller için ilk defa kullandığı “mankurt” kavramının geçtiği “Gün Olur Asra Bedel” romanının film çekimleri için gittiği Tataristan’ın Kazan şehrinde böbreklerinden rahatsızlanır. Tedavi için Almanya’ya götürülen Aytmatov, gurbetin nefesini tükettiği Nürnberg şehrindeki bir hastane odasında, 10 Haziran 2008 tarihinde dünya sürgününü tamamlar. Kabri Kırgızistan’ın başşehri Bişkek’in Ata Beyit Mezarlığı’ndadır.

Evet o, Kırgız edebiyatının yanı sıra Rus ve Türk edebiyatının da önde gelen isimlerinden biri olarak geride coşkun akan ırmaklar gibi çevresini yeşertecek, aynı zamanda dünya çapında tanınan fikrî eserler bıraktı. “Elveda Gülsarılar, Gün Olur Asra Bedeller, Toprak Analar, Beyaz Gemiler, Cemileler…”

.

.

.

Kaynaklar

Aytmatov, C. (2005). Barış Köprüleri, İstanbul: Da Yayıncılık.

Dıykanbayeva, M. (2015). Hatıralar Işığında Cengiz Aytmatov ve Eserleri, Uluslararası Türkçe Edebiyat, Kültür, Eğitim Dergisi, 4 (1), 173-174.

Şahanov, M. (2002). Şafak Sancısı, İstanbul: Da Yayıncılık.