İnsanı hayvanlar ve bitkilerden ayıran bazı temel farklar bulunur. Bilgi ve beceri konusunda ilerleme ve gelişme gösteren tek örnek insandır. Her insan doğarken bilgi bakımından sıfır olarak dünyaya gözlerini açar. Ailelerin çocuklarına bilgi ve tecrübelerini aktarmaları insanlığı ilerlemeye sevk eden önemli faktörlerden biridir. Evlat anne babasını bilgide geçtiği sürece ilerleme devam eder. İlk insanlar tecrübe ve öğrendiklerini sonrakilere bırakabilmek için resimler ve şekiller kullanmıştır. Önemli gördükleri hadiseleri kalıcı olsun diye taşlara, mağaraların duvarlarına yazmışlardır. Bütün çabaları arkadan gelenlerin, onların bildiklerinden ve yaşadıklarından haberleri olsun diyedir. Şekiller, zamanla mağara duvarlarından taş, parşömen, papirüs ve sonunda kâğıtta yazılır olur. Bu yazılı suhuf bir araya getirilince de mushaflar yani kitaplar meydana gelmiştir. Bu şekillerin standart hâle gelmesiyle de yazılar ortaya çıkmıştır. Öğrenme süreçlerinin tekrar tekrar yaşanmasının önüne geçilmesi yazıyla mümkün olmuştur.
Her bir insanoğlu fıtratındaki hayvanî ve insanî yönleriyle dünyaya gelir. Yanlışları ve doğruları kendisinden önce yazılmış kitaplardan öğrenir. Buna rağmen öğrenme ve okuma iradeye baktığından kimi iradesini okumada kimi de okumamada gösterir. Böylece doğrularla beraber her dönem yanlışlar da tekerrür eder. İnsanlığın tecrübe ve bilgisi artarken diğer yandan sosyal problemler de her daim yaşanmaya devam eder.
Başta İslam dini olmak üzere hemen bütün din ve inançların temeli kitaptır. Bir adım ileride medeniyet ve kültürler de kitap üzerine inşa edilir. İnanç, ilim ve kültür nesilden nesile kitapla tevarüs eder. İlme yani kitaba en fazla kıymeti hangi topluluk verirse o diğerlerine karşı galip olur. İlimsiz ve medeniyetsiz nice fatih ordular harp meydanında kazandıkları mücadeleyi medeniyet sahasında kaybettiklerinden yendikleri toplumun kültüründe zamanla kaybolup gitmişlerdir.
Toplumların irfan ve medeniyetlerinin devamı, sonradan gelen nesillerin, büyüklerinin onlara bıraktığı kitaplarla olan irtibatları ile alakalıdır. Diğer yandan toplumların yükselişleri de kitap yazan ve okuyanlarına verdiği değerle doğru orantılıdır. Âlime verilen değer, fikirlerini tatbik etmekle gösterilir. Özellikle de bilek gücünün fen ve tekniğin çok gerilerinde kaldığı günümüzde bu mesele artık izaha gerek bırakmamaktadır. Kâinatın düzenini elinde tutan Yaradan, kitap okuma ve ilim tahsilini insanın iradesi, zekası ve karakterine bırakmıştır. Bu durum mal mülk, evlat gibi şeylerde insan zekası ve iradesiyle daha az ilintilidir. Güç, muhakkak ilimdedir. Ancak ilmin gücü toplumun âlimlere sahip çıkmasıyla elde edilebilir. Âlime kıymet vermek, fikirlerine sahip çıkmakla olur.
Peki, neden tarihte farklı zamanlarda ferdî veya içtimaî olarak kitaba hor bakılmış ve hatta düşmanlık edilmiştir? Karakteri ve zekası okumaya uygun olmayanlar da bir şekilde maddi güç ve/veya makam sahibi olabilmektedir. İradi veya gayriiradi olarak okumayan ve çoğu seferinde de yazıyla ilgisi bulunmayan güçlüler ekseriyetle ilim sahiplerine hasetle veya alaycı tavırla bakmıştır. Ya onların bilgisini çekememiş ya da emri altındaki bilginleri kendine yalaka etmiştir. Bilgiyi kendi istediği gibi eğip bükmeyenleri de hemen her zaman etrafından uzak etmişlerdir.
Bilgiyi veya bilgini yanlışta kullanmak arzusunda olanlar toplumun desteğini yanlarına almak için başlangıçta herkese şirin görünürler. Gerçek âlimlere, içten içe sevmeseler de hürmet ederler. Zamanla fırsat ve gelişme zemini bulunca yük gördükleri bu insanlardan ve yazılı eserlerinden kendilerince tek tek ya da topluca kurtulurlar. Bu eserlerin sahipleri genelde ilahiyat, sosyoloji, felsefe gibi sosyal ve beşeri ilimlerde yazan/düşünen insanlardır. Bir mühendise mühendislik yaptığı için düşmanlık eden bir devlet adamı yoktur. Ancak fikirleriyle toplumu aydınlatan ve onlara çıkış yolu gösterenler çoğu zaman hayatlarında hemen hiç kimse tarafından gereken müspet ilgiyi göremezler. Çünkü haddizatında sosyal bir problem varsa onu üreten de vardır. Birileri arızanın kaynağı olmuşsa demek ki ellerinde güç bulunmaktadır. Bu insanlar gücü makamlarından, etraflarındaki topluluklardan veya mal mülklerinden de alabilirler. Toplumun çoğunluğu da haklının değil genelde güçlünün yanında konumlanır. Âlimlerden bilgisini câhil ya da güçlü kötülerin emrine verenler de epey olmuştur. Maddî menfaat, makam vb. gibi dünyalık cazip teklifler mukabili doğru bildiklerinden şaşanlar işte bu sınıftandır. Aydınlar her devirde bulunmasına rağmen çoğu zaman öldükten sonra kıymetleri bilinir. Hayattayken kıymeti bilinen ilim ve aksiyon insanları Doğu’da müceddit veya ıslahatçı, Batı’da devrimci ya da ihtilalci olur. Yani her zaman doğru olmasa da fikir adamlarının gücü fikirlerinin toplumdaki makbuliyeti ile ölçülür. Böyleleri büyük içtimai hadiselerin de öncüsü olurlar.
Bildiklerinden şaşmayanlar, ekseriyetle toplumun acısını kendi acıları olarak görürler. Onların yerine de acı çekerler. Sürgünler, hapisler, hakaretler, darağaçları ve tabii ki yazdıklarının imhasıyla da karşılık görürler. Eserleri yırtılır, ayaklar altına alınır, fikirleri çürütülür. Bu yöntemlerin hiçbirinde toplumdaki kabulleri tersine döndürülemezse sonunda kitapları yakılır. Pek tabiidir ki eser yakmak, fikrî ve ilmî acziyetin yansımasıdır. Muzır neşriyat ismiyle anılan bu kabil eserler hemen her devirde vardır. Kitap yakma sadece toplumlar içinde de yaşanmamıştır. Müteaddit defa birilerinin silah gücüyle girdikleri yerlerde ilk yaptıkları icraatlardan biri de kütüphaneleri yakmak olmuştur. Hülagu’nun Bağdat’ta, İspanyolların Endülüs’te, Sırpların Saraybosna’da, Romalıların İskenderiye’de yaptıkları örnek olarak sayılabilir. Yeri gelir siyasetle hiç ilgisi olmayan dinî ve içtimaî muhtevalı kitapların bile yakıldığı olur. Yeri de gelir sırf alfabesi farklı olduğundan kitapların yakıldığı veya kâğıt hamuruna döndürüldüğü olur.
Kitapların kül ve dumana dönüşmesinin rejim muhaliflerinin sesini kısmayacağını en iyi diktatörler bilir. Onların ümitleri bir daha aykırı ses duymamaktır. Sonuçta bu can yakıcı hadise sonrası toplumun kültürü ve medeniyeti ağır yara alır. Bazen toparlanması çok uzun seneler sürer, bazen de kitapların kül olması devletlerin de duman olmasına yol açar. Giden gider kimi zaman da geride kayda değer birşey kalmaz. Aradan belli bir zaman geçince toplum yaptığı yanlışın farkına varır, ama iş işten geçmiş olur. Hakiki ilim sahipleri ve eserleri hak ettikleri değeri kamu vicdanında yıllar sonra da olsa kazanır ama eserleri çoktan kül ve duman olmuştur. Ortada okunacak kâğıt ve mürekkep kalmamıştır. Dumanla mürekkep ikisi de karbondur. Karakteri düzgün olan dumandan/isten mürekkep yaparken karakteri bozuk olan mürekkepten duman çıkarır.
Yazının sonunda konuyla alakalı yakın dönemde çekilmiş “Fahrenheit 451” isimli filmi anmakta fayda görüyorum. Filmde geçmişte yaşanan bir acının sebebi olarak fikir insanları ve kitapları gösterilir. Bu acı üzerine tek bir fikir ve tek bir anlayış toplumda hâkim olmalıdır, düşüncesi devletin rejimi hâline gelir. Bu hâkim fikir de resmî söylemdir. Bu amaçla neredeyse ülkede kitap bırakılmaz. Halk kitapların zararlı olduğu konusunda çok ağır propaganda altında tutulur. En temel doğrular bile yanlış bilinir. Kitap okumamış insanlar okumanın lezzetinden de habersizdir. Film bütün kitapların yok olmaya yüz tuttuğu bir anda optimistik bir sonla bitmektedir. Ancak gerçek hayat her zaman böyle midir?
ilginç bir yazı teşekkürler…
teşekkürler