Modern zamanlarda en fazla zaman geçirilen mekânlar, her gün farklı içerikleriyle yenilerinin eklendiği dijital platformlar olmaya başladı. Bu platformların temelini de film ve diziler oluşturuyor.
Özellikle pandemi sürecinde insanların uzun zaman dilimlerinde evde kalmak zorunda bırakılmaları da bu platformlara olan ilgiyi artırdı. Maddi sebeplerden bunlara ulaşamayanlar içinse internet okyanusunun sınırsız kaynakları zaten her zaman mevcut.
Dünya sinema ve dizi pazarının en büyük payı İngilizceye ayrılmış durumda. Eğer güzel bir zaman geçirmek için neredeyse iki buçuk saate yaklaşan süresi, tekrar edip duran konusu ve dakikalarca süren anlamsız bakışmalarıyla Türk yapımlarından sıkılıp yabancı bir film ya da dizi izlemek istiyorsanız önünüzde iki seçenek kalıyor. Ya alt yazı tercih etmek ya da Türkçe dublaj.
Konunun uzmanları seyircinin bu tercihini “Sinemayı sanat olarak görenler alt yazıyı, eğlence olarak görenler ise dublajı tercih eder.” şeklinde yorumluyorlar. Elbette bu yoruma katılıp katılmamak size kalmış.
Sinema tarihine baktığımızda ilk sesli film olan 1927 yapımı The Jazz Singer’in aynı zamanda başka bir dilin alt yazısı ile gösterime giren ilk film olma özelliği de taşıdığını görüyoruz. Film 1929’da Fransızca alt yazıyla Paris’te, İtalyanca alt yazıyla da İtalya’da gösterime girmiş. Yine aynı yıl The Singing Fool adlı film de Danca alt yazıyla Kopenhag’da gösterilmiş. Neredeyse 100 yıllık bir geçmişe sahip alt yazı, tercih açısından gerilerde kalan dublaja göre açık ara önde gidiyor.
Öncelikle sinemada alt yazı kullanımı, dublaja göre daha ekonomik. Dublaja harcanan para istenen kaliteye göre alt yazının neredeyse 10-20 kat fazlasına mal olabiliyor. Hatta bazı dublaj sanatçılarının kazançları, neredeyse Hollywood starlarıyla karşılaştırılıyor. Bunun yanında yapımcıya zamandan tasarruf sağlaması da ayrı bir artısı.
İşin seyirciye bakan yönüne geldiğimizde ise alt yazının daha çok tercih edilmesinde karşımıza pek çok neden çıkıyor. Bunların başında alt yazının orjinal dile sadık kalması geliyor. Dublajda tercümeye kurban edilen diyaloglar, sansüre uğrayan bölümler, ağız senkronizasyonu için kısaltılan cümleler orijinalliğin önündeki en büyük engeller. Elbette tercüme hataları ve sansür, alt yazı için de geçerli olsa da orijinal dile hâkim olan izleyiciler için en azından kıyas imkânı sağlaması açısından daha olumlu.
İkinci olarak alt yazının özellikle oyuncuların gerçek yeteneklerini gösterdikleri aksan, ses tonlaması ve vurguları ortadan kaldırmaması ve seyir keyfini dinleme keyfiyle birlikte koruması da tercih edilmesinin nedenlerinden. Örneğin Godfather filminde Marlon Brando’nun Don Corleone karakterini bir buldok havası içinde konuşması aynı filmin dublajında tamamen kaybolan bir durum. Brando, sırf karaktere bu havayı verebilmek için deneme çekimlerinde ağzına koyduğu bir pamuk topağıyla konuşurken gerçek çekimlerde ise dişçisine yaptırdığı bir ağızlık kullanmış.
Bunun yanında oyuncuların, karakterin kimliğine göre kullandıkları İrlanda, İngiliz, İskoç, Alman ya da Fransız aksanlarıyla konuşmasının yapıma kattığı farklılık yine dublajda kaybolup giden güzellikler arasında. Mumya filminde eski Kıpti dilinin kullanılması, Tutku: İsa Mesih’in Çilesi’nde Hz. İsa’nın günümüzde yok olan Aramice konuşması ya da Çağrı filminde okunan ayetlerin Arapça verilmesinin seyirci üzerindeki etkisi asla dublajda korunabilecek nitelikler değil. Özellikle bazı filmlerde söylenen şarkıların Türkçeye çevrilerek aynı melodiyle seslendirilmeye çalışılması ise dublajın bazen komediye dönüşmesine bile yol açabiliyor.
Alt yazının en fazla tercih edilme sebeplerinden biri de dil öğrenimine ciddi katkılar sağlamasıdır. Özellikle sokak dili, alt yazılı filmlerde günlük pratik içinde kullanıldığından dolayı dil öğrenenlere hem telaffuz hem sözcük hem de konuşma kalıpları öğrenme adına imkân sağlar.
Elbette alt yazı kullanmanın olumsuz eleştirilere yol açan yönleri de yok değil. Neredeyse hayatı boyunca okuduğu kitap ortalaması bir bile olmayan biz Türkler için alt yazı okumak tam bir işkence gibidir. Yazıların ortalama sahne başı 2-7 saniye içinde değişmesi, yazıyı okumaya çalışırken konunun, mimiklerin ve oyunculukların kaçırılması, bazen çevirinin yerel dilde örneklerle desteklenmesinden dolayı komik durumların yaşanması alt yazının dezavantajlarından bazıları.
Olaya bir de dublaj açısından bakacak olursak, ilk başta söylenecek şeyin, dublaj sayesinde seyircinin filme odaklanmasının daha kolay olduğudur. Alt yazıda yaşanan muhtemel okuma problemleri, sahneleri kaçırma, oyunculuklara odaklanamama gibi problemler dublajda karşımıza çıkmaz.
Alman filmi Gün Batarken bizde Türkçe dublajı yapılan ilk filmdir ve o günden bu yana Türk dublaj sanatçıları pek çok filme başarılı dublajlar yapmışlardır. Özellikle tiyatro kökenli aktörlerin bu işte başı çekmesi, Türkçe dublajın başarılı kabul edilmesinin başlıca etkenleridir.
Sezai Aydın (Slyvester Stallone, Al Pacino, Robert De Niro), Sungun Babacan (Tom Cruise), Alev Sezer (Bruce Willis), Umut Tabak (Brad Pitt) ve Uğur Taşdemir (Nicolas Cage) gibi dublaj sanatçılarının seslendirdikleri isimlerle âdeta özdeşleşmeleri sonucunda, adı geçen oyuncuları başka seslerle duymak artık garip hâle bile gelmiştir.
Özellikle Shrek, Garfield ve Buz Devri gibi animasyonlarda dublaj yapan Mehmet Ali Erbil (Eşek), Okan Bayülgen (Garfield) ve Yekta Kopan (Sid) gibi sanatçılar ise dublajı sanat olarak üst seviyeye taşıyan isimler olmuşlardır.
Başarılı örneklerinin yanında elbette kötü tercümeler, karaktere uymayan ses tonlamaları ve aşırıya kaçan sansürlemeler ve yerel espri kullanımları (Amerikalı başrol oyuncusuna ‘Senin yaptığını Çorumlu yapmaz.’ dedirtmek gibi.) yüzünden dublajın eleştirildiği pek çok film ve dizi de vardır. Özellikle Rusya ve Polonya başta olmak üzere, bazı Doğu Avrupa ülkelerine özgü tek bir sesin orijinal sesin arkasından, vurgusuzca sadece tercüme amaçlı dublaj yaptığı seslendirmelerin neredeyse bir faciaya dönüştüğü örnekler de yok değildir.
Bizde de “Amerikan Dublaj” denilen köylü şehirli, kadın erkek demeden herkesin İstanbul Türkçesiyle ve gayet düzgün konuştuğu bir dublaj yöntemi vardır ki zamanında TRT filmlerinde başvurulan bir türdür. Herkesin Türkçeyi düzgün konuşması gerektiğine (!) inanılarak tamamen bir misyon çerçevesinde yapılan bu dublaj türü, günümüzde ancak komedi programlarında skeçlere konu olur hâle gelmiştir.
Sonuç olarak baktığımızda Robert De Niro’yu Azerice, Brad Pitt’i Kıbrıs Türkçesi ya da Kemal Sunal’ı Almanca dublajla izlemek, bu büyük oyuncuların oyunculuklarından ya da filmin mesajından bir şey kaybettirmese de bu durum bize biraz komik biraz da tuhaf geliyorsa, bence bunları alt yazılı seyretmek daha makul olabilir.
Elbette sizin bir film ya da diziyi nasıl izleyeceğinize kimse karışamaz ama en azından alışkanlıklarınızı değiştirip aradaki farkı gözlemledikten sonra gerçek tutumunuzu bulmak, tavsiye edebilecek yegâne yol olur.
Sinemayla ilgili yine güzel bir yazı olmuş. Şahsen ben alt yazıyı tercih ederim, dublaj sanki yapmacık oluyor gibi.
Bence de altyazı ama bu sefer de yazıyı okuyalım derken görüntuye odaklanma zorlaşıyor.
Tebrikler… Semih Yılmaz klasiği…