Havalar yavaş yavaş soğumaya başlamıştı. Çocuklu evlerin bacalarında dumanlar tütüyordu. Pazar günü sabahın erken saatlerinde etrafta kimse görünmüyordu, her yer kapalıydı.

Elinde çiçek, sırt çantasında çocuklar için çeşit çeşit çikolatalarla arkadaşını ziyaret etmek üzere bu şehre ilk defa gelmişti. Trenden iner inmez etrafına bakındı. Her şey alabildiğine ıssızlığa gömülmüş gibiydi. İstasyonun sessizliğini, trenin kalkış sesi bozdu. Hafiften esen serin rüzgâr, tenine dokununca biraz üşüdü ama az sonra göreceği dostunun sıcak karşılamasıyla ısınacağını biliyordu. Onu çok yakın tanımıyordu lakin ilk tanıştığı günden beri samimi bir dostlukları vardı.

İstasyondan şehre doğru adımlamaya başladı. İçinde tam olarak anlamlandıramadığı bir huzursuzluk vardı. Biraz uzaklaşınca şehrin dışına çıktığını fark etti ve geri döndü. Soğuk hava kendisini iyice hissettiriyordu.

Kısa bir aramadan sonra apartmanı buldu. Burası eski bir apartmandı. Yavuz Bey yazan zile bastı. Asansör, gıcırtılı sesler çıkartarak dördüncü kata vardığında kapıda onu, arkadaşıyla eşi karşıladı. Evin hanımı teşekkür ederek çiçekleri aldı. Arkadaşı ona sımsıkı sarıldı ve içeriye buyur etti. Salonda sobanın üzerinde çay kaynıyordu. Çaydanlığın bu senfonisi, bir evin yuva olduğunun göstergesiydi.

Bu sırada kahvaltı masası hazırlanıyordu. Ev sahipleri kahvaltılıkları masaya getirirken, o da evin atmosferini anlamaya çalışıyordu. Sade eşyalar evde geniş bir alanın oluşmasına fırsat vermişti. Hep böyle bir ev hayal etmişti; çocukların rahatça koşturacağı geniş bir ev. Ziyaretinin en önemli sebeplerinden biri de çocuklardı; onlarla tanışmak ve küçücük, tertemiz dünyalarına konuk olmak istiyordu. Çocuklar için çikolata getirmişti ama evdeki sessizlik, onların hâlâ uykuda olduğunu düşündürüyordu. Çikolataların hepsinin farklı renkte paketleri vardı. Fıstıklısını, fındıklısını özenle seçmişti. Hafif bir tebessümle kendi kendine mırıldandı. “Marketlerin çikolata bölümü o kadar güzel düzenleniyor ki insan hangisini alacağına karar veremiyor. Çocuk ve çikolata… Bu ikili, ilk defa ne zaman tanıştılar, bilmiyorum ama gerçekten çok güzel bir ikili.” 

Arkadaşının “Hadi masaya geçelim.” diye seslenmesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Kahvaltı masası memleketten gelen yöresel lezzetlerle bezenmişti. Yüzünde memnun bir gülümseme belirdi:

“Çocuklar gelmeyecek mi?”

“Bizde çocuk yok!”

Beklemediği bir cevap alınca yutkundu, ne diyeceğini bilemedi. Arkadaşının bir çocuğunun vefat ettiğini hatırlıyordu ama başka çocukları da vardır, diye düşünmüştü. Elinde çatalla bir süre masada öylece kalakaldı. 

Ev sahibi misafirinin yemeğe başlamadığını görünce, “Haydi başlayalım, yemeği soğutmayalım.” dedi. Nezaketini gösterip hüzünlü havayı dağıtmak istiyordu:

“Bu evde mutfak salonda yani ‘Amerikan mutfak’ dedikleri türden. Yemek pişince odada biraz koku oluyor. Ben köyde doğup büyüdüm. Kışın yemek pişirilen odada hep beraber yatardık ve bu odada bir ocaklığımız vardı. Ocaklık, zemini biraz geniş olan, bacası tavana doğru daralan ve ateşle yemek yaptığımız yerdi. Zenginler, buna şimdilerde ‘şömine’ diyor. Benim anam, o dönemler fakirliğin gereği olan ‘Amerikan mutfak’ tarzını bilmeden, bizzat yaşamıştı. Bunun şehirlerde moda olduğunu göremeden de göçüp gitti.” 

Geçmişten ve hatıralardan konuştular bir süre. Hüzünlü hava biraz dağılmış, kahvaltıya başlamışlardı. Arkadaşı, yeni taşındıkları semtin iyi ve kötü taraflarından, bulduğu yeni işin zorluklarından velhasıl görüşmedikleri kayıp zamanlarda biriken hadiselerden bahsediyordu. Fakat o, hâlâ “Bizde çocuk yok.” cümlesini ve çantasındaki rengârenk çikolataları düşünüyordu.

O sırada evin hanımı masaya bir peynir tabağı daha getirdi:

“Bu peyniri mutlaka tatmalısınız, bizim yörenin doğal ürünüdür.” 

Masada her şey tamdı ama evde eksik olan bir şey vardı… 

Duyguları altüst olmasına rağmen konuşacak bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Evdeki antika eşyalar dikkatini çekmişti: “Bu genç yaşta antika merakın nedendir acaba?” diye sordu.  Bu soru her sorulduğunda severek cevap veren Yavuz Bey, “Babamdan kaldı hepsi. Babam çok zarif biriydi, böyle hatırası olan eşyaları çok sever ve onlara değer verirdi. Annem de bunu bildiğinden onları hiç incitmeden temizlerdi. Bu zamana kadar gelebildiler, benden sonra ne olur. bilemiyorum. Şu masada duran radyo hâlâ çalışıyor, dinlemek ister misin?” dedi.

Radyo açıldığında neşeli bir parça çalıyordu. İkisinin de yüzünde tebessümler oluştu. Bu nostaljik alete, yeni nesil müzikler güçlü bir hava veriyordu. Kahvaltı sofrası toplanmış, iki arkadaş müziğin ritmine kendilerini kaptırmışlardı.

Arkadaşı ani bir hareketle yerinden kalktı: “Hava yağmur gösteriyor ama biraz seni gezdireyim. Nehir kenarına inelim mi, ne dersin?”

İki arkadaş, suyun kenarında, sohbet ve manzara iç içe geçmiş bir hâlde yavaş yavaş yürüdüler. Nehrin suları, Yavuz Bey’in ruh dünyası gibi sessiz ve derinden akıyordu. Arkadaşının içindeki duyguları açığa çıkarmak için “Hayat üzerimizden geçiyor. Nereye gidersek gidelim, biz hep geride kalıyoruz. En sonunda bizi kaldığımız yere teslim ediyorlar, dolayısıyla hiçbir yere varamıyoruz.” dedi.

Arkadaşı onu onaylarcasına, “Biliyor musun, elinde poşetlerle evine dönen babaları karşılayan çocukları görünce hep imrenirdim. Çocuğumun olması mı hayırlıydı, ölmesi mi ya da hiç olmaması mı?” dedi.

İkisi de sustu. Arkadaşı bir cevap mı bekliyordu yoksa sesli mi düşünüyordu, bilemedi. O yüzden ona cevap veremedi.

Arkadaşı, hafta sonları markette çalışıyormuş. İşler çok iyi gitmiyormuş ama market için çok güzel düşünceleri olduğunu iyi bir ortak bulabilirse marketi devralacağını, oraya yeni bir hizmet anlayışı getireceğini uzun uzun anlattı. Onun bu heyecanına kendisi de katıldı:

“Çikolata da satar mıyız?” dedi.

“Satarız tabii ki, çikolata olmadan market olmaz. Hatta ben kasada, anne babalarıyla gelen çocuklara çikolata ikram ediyorum. Belli olmaz belki de ortak oluruz.” dedi. Bu söze ikisi de güldü.

Arkadaşı nehrin kenarından içeri doğru salınan söğüt dallarından birini tuttu:

“Bir söz duymuştum. Babalar, çocuklarını hep omuzlarında taşır ama çocuklar, babalarını bir kez omuzlarında taşır o da onun son gününde.” 

Bunu söylerken kelimeleri titriyordu: “Çocuğumu omuzlarımda değil ama tekerlekli araba ile taşıdım. Oğlum bize çok erken veda edince onu son yolculuğunda da kucağımda ben taşıdım.”

Arkadaşının konuşmaya o kadar ihtiyacı vardı ki onu sabırla dinliyor ve anlamaya çalışıyordu. Kimi zaman hissiyatına ortak oluyor kimi zaman da kendisinin çalkantılı yaşamı kafasında dönüp duruyor, yaşadığı acı tecrübeler dilinin ucuna geliyor ama arkadaşını üzmemek için anlatmıyor, sadece dinliyordu.

Çocuğunu kaybeden bir babanın zihni, çocukların babalarıyla olan ilişkisi üzerine düşünceler üretip duruyordu. Belki de bu düşünceler onu hep canlı tutuyordu. Arkadaşı kendisine dönerek bir anısını anlattı:

“Küçükken kar yağmış, ayazla birlikte sokaklar buz tutmuştu. Biz çocuğuz işte, sokakta oynuyorduk. Bir adam yoldan geçiyordu, ayağı kaydı ve düştü. Ona o kadar üzüldüm ki sanki ben düşmüşüm gibi canım yandı. Hem ben düşsem hemen kalkar hiçbir şey olmamış gibi oyuna devam ederdim. Oysa o amca düştüğü yerden kalkamadı, belli ki canı çok yanmıştı. Bu olay hâlâ hafızamda, biliyor musun ben o ana kadar çocukların düşebileceğini ama büyüklerin düşmeyeceğini zannederdim. Benim çocuğumun oynarken düşme ihtimali bile yoktu. Bu yüzden hep asansörlü apartmanlarda oturmak zorunda kaldım. O her zaman tekerlekli sandalyesiyle dışarıda oynayan çocuklara balkondan el salladı.”

Arkadaşı anlatmaya devam etti: “İnsanlar taziye için geldiklerinde bazen ağlardım. Omzuma dokunup kendimi daha fazla üzmememi söylerlerdi. Günler geçti, ağlamalarım azaldı ama acım hep taze kaldı. Hanım, zaman zaman sessizce ağlıyor, o ağladığında ben ne yapacağımı bilemiyorum. Çünkü evladımız, doğumundan vefatına kadar hep onun bir parçasıydı.”

Sözünü bitirmişti. Başını sallayarak “Çok haklısın!” dedi ama devamını getiremedi. 

Susmak ne güzel şeydi, hem de konuşmaya ihtiyacı olan birini dinlerken susmak. Sessizliği, yol boyunca üzerine basılan kuru yaprakların hışırtısı ve dalların çıkardığı kırılma sesleri bozuyordu.

Nehir kenarındaki boş banklar, dökülen yapraklara ev sahipliği yapıyordu. Arkadaşı eline bu yapraklardan büyükçe olan birini aldı. Sanki yaprağa bir şeyler anlatmak istiyordu:

“Ben oğluma, ‘Sana büyüyünce güzel bir bisiklet alacağım.’ derdim. Küçükken benim hiç bisikletim olmamıştı. Mahalledeki arkadaşlarıma, ‘Beni de bindirin.’ diye yalvarırdım ama onlar beni hiç bindirmezlerdi. Ben de üzülür ve ‘Büyüyünce ben de bisiklet alacağım ama sizi bindirmeyeceğim.’ derdim. Onlar benim bu sözüme katıla katıla gülerdi. Büyüyünce de bisiklete binme hevesim zaten geçmişti.  Çocuğuma bisiklet yerine tekerlekli bir sandalye almak zorunda kaldım.”

Belki günlerce karşılıklı konuşsalar ikisi de rahatlayacaktı. Çocuğunu kaybeden bir anne ve baba ayakta mı durmalıydı, hayatta mı kalmalıydı? Bunların hangisi öncelikliydi? Yaklaşık beş dakika kadar daha sessizce yürüdüler.

“Dönelim mi? Biliyorsun, yolum uzun.” dediğinde arkadaşı vaktin epey ilerlediğini farketti.

Eve vardıklarında arkadaşı kendisini içeriye davet etti ama o girmedi. İçinde renkli çikolataların olduğu çantasını tekrar omzuna aldı ve istasyonun yolunu tuttu.