Değerli Okurlarımız,
Helezon ailesi olarak, yayın hayatımıza başladığımızdan bu yana yepyeni bir yıla, dördüncü kez “merhaba!” demenin heyecanı içindeyiz. Eğer hatırlarsanız iki ay önce yani geçtiğimiz kasım ayında 3. yaşımızı doldurmuştuk. Henüz veda etmiş olduğumuz 2024 yılı, hem iyisiyle kötüsüyle ömürlerimizi bir senelik yaşanmışlıklarla katladığımız bir zaman dilimi hem de geleceğe dair hayallerimizi şekillendiren bir yol gösterici oldu. Şimdilerde geçmişin izlerini anlamlandırırken yeni yılın taze umutlarına kucak açma zamanı. Önümüzde güzel duygu ve düşüncelerin gölgesi altında gülümseyen 2025, dünyamız için barış, sağlık ve iyiliğin hâkim olduğu bir yıl olsun. Cahit Sıtkı Tarancı’nın dediği gibi;
“Öyle bir yıl olsun ki
Gök mavi, dal yeşil,
tarla sarı olsun.
Kuşların, çiçeklerin
diyarı olsun.”
Bu iyi dileklerden sonra mevsimine uygun bir yazı ile başlayan 39. sayımızın takdimine geçelim isterseniz.
Kış mevsimi, bembeyaz kar tanelerinin süslediği ağaçları, sessizliğe bürünen sokakları ve zaman zaman esen sert rüzgârlarıyla, edebiyatımızda hatırı sayılır ölçüde bir yere sahiptir. Cenab Şahabeddin’in meşhur “Elhan-i Şita”sından Ahmet Muhip Dıranas’ın “Kar” şiirine değin birçok şairin kaleminde kış, birbirinden zengin isim ve imgelerle yankı bulmuştur. Kara kış, şita, zemherir vs. gibi kelimelerle dile gelen soğuklar, şiirlerimizde ve türkülerimizde birbirinden güzel metaforlara dönüşmüştür. Doğan Yücel, bu bembeyaz zenginliği, “Karakıştan Zemheriye Şita” adlı denemesinde ele alıp incelemiş. Bize kalan ise ünlü türküde “Kara Basma İz Olur” denilse de bu sempatik yazının eşliğinde, kış mevsiminin dilimizde bıraktığı edebî izlerin ardına düşmek.
Malum, mevsim kış olunca kar da bütün çekiciliğiyle hâkimiyet kurmuş yazıların üzerinde. Sessizliğin nezih örtüsü ağaçları, sokakları ve yolları baştan başa kuşattığı gibi mısraları da sarıp sarmalamış. Til Kumari Sharma’nın “Wonderful Snow” şiiri, Norveç’in büyülü manzaralarından aldığı ilhamla, karın sessiz güzelliğini ve huzur dolu varlığını taşıyor gönül sofralarımıza. Beyazın saflığıyla dolan düşünceler, gökyüzünü bir aynaya dönüştürürken kar ise tabiatın neşe kaynağı ve insan ruhunun sığınağı hâline geliyor. İbrahim Türkhan’ın “Harika Kar” başlığı ile Türkçeye kazandırdığı bu harika şiirin mısraları eşliğinde ve kış mevsiminin huzur dolu gizemlerinde duygusal bir gezintiye çıkmamak mümkün mü?
Kışın en güzel manzaralarını edebî bir zevkle gözlerimizin önüne seren bu iki eserden sonra ömrüne nice mevsimler sığdırmış bir biyografi var sırada. Hızır İlyasoğlu’nun kaleminden “Geçmişin Özlemiyle Yaşayan Bir Edip: Münevver Ayaşlı”yı okumak, hepimizi mistik bir tarih yolculuğuna çıkarabilir. Münevver Ayaşlı, İstanbul’un köklü kültürüne ve tasavvufun derinliklerine uzanan güzide hayatında mühim izler bırakmış münevver bir hanımefendi. Fransızca, Arapça ve Farsça öğrenerek edindiği birikimle, tasavvuf ve sanat çevrelerinde seçkin bir yer edinmiş olan Ayaşlı’nın, eserlerinde dile getirdiği geçmiş özlemi ile kültürümüzün unutulmaya yüz tutmuş değerleri yazıda kendini bariz şekilde hissettiriyor. Bu biyografi, tam da Ayaşlı’nın hatıralarında kaybolan bir İstanbul’un silüetini, Rumeli’nin hüzünlü hatıralarını ve eski Boğaziçi medeniyetini yeniden keşfetmek isteyenler için.
Bu mutena keşiften sonra şimdi de trenlerin raylarda yankılanan sesine kulak verip geçmişe doğru bir yolculuğa çıkalım. Bu yolculuğu elbette ki Zeynep Hafsa Dayı’nın, çocukluğun masum hayallerini ve büyümenin ağır gerçeklerini yansıttığı “Trenler ve Kitaplar” adlı denemesiyle gerçekleştiriyoruz. Bu deneyimde, trenlerin bir dost gibi dumanıyla öyküler anlatırken, kitapların da sessiz bir sırdaş gibi yanı başımızda yer aldığına şahit oluyoruz. Bu esnada sormadan edemiyoruz: “Trenler memleket midir gerçekten, yoksa burnumuzda tüten bir özlem mi?” Sorunun cevabını ararken kendimizi trenlerin ve kitapların arasında sıkışan bir kalbin haykırışları, belki de büyümenin amansız sancılarına tutulmuş bir ruhun feryatları arasında buluyoruz. Sorunun cevabına ulaşanlara aşk olsun!
Bazı anlar vardır ki hafızamızın derin kuyularında yankılanır; ne zaman hatırlasak çocukluğun masumiyetini, kaybedilmiş küçük hazineleri ve büyümenin kaçınılmaz pişmanlıklarını yeniden yaşarız. “Nacar” marka bir saat, öykü kahramanının babasının, ona armağan ettiği kocaman adamlık simgesidir. Ancak yaz sıcağında, kuyunun serin gölgesinde oynanan bir oyunun talihsiz kazası, bu saati karanlık derinliklere düşürür. Kuyunun başında yankılanan “cup” sesi, yalnızca bir saatin değil, çocukça hayallerin de sulara gömüldüğünün habercisidir. Dayının çılgınca planları, kuyunun içine sarkıtılan umutlar ve yıllar sonra zihni kurcalayan “Acaba izin verse miydim?” sorusu… Semih Yılmaz’ın “Kuyudaki Saat” başlıklı bu hikâyesi, bir çocuğun saatini kaybetmesinin ötesinde hayatta bazen geri dönülemeyen anlardan arda kalan burukluğu da anlatıyor. Bu burukluğu bir kenara bırakalım, siz olsanız kahramanın yıllarca zihnini kurcalayan sorusuna “evet” der miydiniz?
Bu başarılı öyküden sonra yine güzel bir şiir okumaya ne dersiniz? Tahsîn-i Kelâm’ın kaleminden süzülen, aşk ve pişmanlığın insana yaşattığı zorlu sınavları ustalıkla dile getiren bu şiir, günümüz hece ölçüsünün güzel örneklerinden biri. Şair, aşkın yıpratıcı etkisini, şiirin dilinde sarmal bir biçimde örgüleyerek her dizede, “Mazeret” bırakmaksızın okuyucuya ağır bir yük şeklinde bırakıyor. Böylece hem bir içe dönük sorgulamanın hem de insanın karmaşık ruh hâlinin edebî aksi olarak okuru derin bir düşünceye sevk ediyor. Bu duygu ikliminde, sizler de bir taraftan şiirin dizelerinde ‘aşkın hamalı’ olmanın getirdiği tonlarca yükü hissederken diğer taraftan arzular ve pişmanlıklar arasında kaybolan bir kalbin sesini dinlemeye ne dersiniz?
Aşk kadar kutsal addedilen duygulardan biri de dostluk olsa gerektir. Nurettin Sarıaslan, “Dostluk: Kalpten Kalbe İlahi Bir Bağ” başlığını verdiği denemesinde, insan ruhunun en saf ve en derin bağlarından biri olan bu duyguyu, âdeta nakış nakış işlemiş. Dostluğu, hayatın en kıymetli armağanı, ruhu yücelten ilahi bir bağ olarak tanımlayan yazar, dostun varlığını da karanlık gecelerde bir yıldız gibi parlayan, bir el gibi yükleri hafifleten ve suskunlukta bile kalpleri birbirine yakınlaştıran bir kudret olarak resmediyor. Her satır, dostluğun özünü içten bir dua gibi okura ulaştırırken, yazının son kısımlarında ise bu seçkin duygu, kalpten kalbe hissedilen bir değer olarak yüceliyor. Bu deneme, dostluğa dair anlayış ve tecrübelerimizi derinleştirirken, şu keşmekeş hayatın içinde, kendine ait huzur ikliminde hoş bir seda bırakıyor.
Bu gizemli sedanın büyüsü bozulmadan Adem Yağmur’un, hayatın tatlı ve acı yönlerini derin bir hassasiyetle bir araya getirdiği “Çikolata” hikâyesini okumanın tam zamanı diye düşünüyoruz. Yazar, öyküsünün hassas satırlarında, soğuk bir pazar sabahında şekillenen hatıralar arasındaki duygusal bir yolculuğa davet ediyor okurlarını. Hikâye, bir dostun kaybolan çocukluk yıllarının ardından yeniden bulduğu huzuru, çikolata gibi küçük ama anlamlı bir armağanla şekillendiriyor. Her parçasında bir anıyı, kaybolan bir zamanı ve geri dönülmez bir acıyı barındıran öykü, yalnızca bir çikolata alışverişinin ötesinde, kaybedilenlerin hatırlatıldığı bir serüven sunuyor. Yazar, bir yandan hayatın en derin hüzünlerine dokunurken, bir yandan da çocukluk hayalleri, eski zamanların naifliği ve yaşamın zarif detaylarıyla bu duygusal yolculuğu anlamlaştırıyor. Çikolata deyip geçmemek lazım, değil mi?
Kış mevsiminin kendine özgü güzellikleri, bizi “İnci Yağmuru” teşbihiyle nazmedilen başka bir kar şiiriyle buluşturuyor. Bu şiir, bembeyaz inci yağmurunun, kalemde uyandırdığı ilham esintisinin bir semeresi. “İnci yağmış yine bu gece” nakaratının izini süren saf ve nezih kar taneleri, hem farklı zaman dilimlerinin hem de ruhsal bir devinimin emarelerini taşıyor. Şehirlerin üstüne yağan kar, bir yandan sararmış buhranı ve titrek güzellikleri kuşatırken öte yandan saf bir anın peşinden savrulmuş düşler ve mürekkep damlalarıyla şekillenen masallar ortaya çıkarıyor. Dahası karın içinde kaybolan umutlar ve arzu edilen huzur, zamansız bir güzellikte birleşiyor ve âdeta şöyle sesleniyor: “Bakın, bu gece yağan kar, aslında bir anın, bir düşün ve belki de bir hayatın ta kendisi!”
Gülçin Özmaden’in “Mor Zambak” ebru çalışması, bu ayın arka kapak görseli olarak yerini almış durumda. Mavi, mor ve yeşilin armonisiyle bezenmiş eser, ilk etapta doğanın saf güzelliğini yansıtıyor. İnce bir zarafetle yükselen zambak, mor yapraklarının kıvrımlarıyla dingin bir dansı andırırken, yapraklarının arasındaki canlı yeşil ise toprağa olan bağlılığını hatırlatıyor. Su dalgası izlenimi veren desenler ise sanki bir masalın esrarengiz atmosferinden imler anımsatıyor. Ayrıca çerçevede kullanılan renkler ve desenler, bu asil çiçeği bir mücevher gibi donatırken görsele de sanatsal bir derinlik katıyor.
Bu şahane görselle birlikte biz de 39. sayımızın takdimini tamamlamış bulunuyoruz. Birbirinden güzel eserleriyle Helezon’a renk katan bütün yazar, şair ve sanatçılarımıza; yayın kurulumuza; profesyonel görsel ve sosyal medya paylaşımlarında ciddi emek sarf eden kıymetli ekibimize çok teşekkür ederiz. Ayrıca siz değerli okurlarımıza Helezon yolculuğumuzda bizi yalnız bırakmadığınız için şükranlarımızı sunarız. Nazım Hikmet ne güzel söylemiş: “Birlikte eskimek çok güzel eksilmedikçe.” Helezon’la, hiç eksilmeden bilakis artarak eskiyeceğimiz nice yıllara… Yeni sayılarda buluşmak dileğiyle. İyi okumalar.
Sağlıcakla kalın!
Yine, yeniden güzel bir dergiyle yeni bir yıla merhaba.
Hocam ne güzel de anlatmışsınız. Ellerinize sağlık…
Dikkatiniz ve ilginiz için çok teşekkürler. Yorumlarınızın çok kıymetli olduğunu ifade etmek isteriz. Sağ olun.
Emeğinize sağlık.
Emeği geçen herkes sağ olsun.
Yeni yılda, Helezon’un yeni sayısının güzelliklere vesile olması dileğiyle. Emeği geçenlere teşekkürler.
Sergi her zaman olduğu gibi dopdolu. Emeği geçen herkesi tebrik ediyorum