Pazar günü olmasına rağmen yine erkenden kalktı. Kahvaltıyı kendisi hazırlamak istiyordu. Poğaça hamurunu hızlıca yoğurarak dinlenmeye bıraktı. Oğlu, özellikle susamlı poğaçayı çok sever; kızı da unlu mamuller satıcısı gibi onları anne babasına parayla satardı. Ne kadar fazla yaparsa yapsın o gün hepsi biterdi. Bir seferinde oğlu, ablasına “Babam yine yapar.” demiş. Ablası da gülmüş: “Akıllım, yemekleri babalar değil, anneler yapar.” Oğlu önce babasına, sonra da annesine bakmış, ne diyeceğini bilememiş ama herkes bu duruma kahkaha ile gülmüştü. 

Çok sevdiği, kırmızı çiçekli beyaz masa örtüsünü serdi. Bugün güzel bir kahvaltı sunumu hazırlamalıydı. Domatesin kabuğundan güzel bir gül, büyükçe bir elmadan kuğu, muzdan balina yaptı. Çocuklar buna bayılıyordu. Sucuklu yumurta olmazsa olmazdı. Çatallar, kaşıklar ve bıçaklar, minik ev şeklindeki peçetelerin içine konuldu. İçecek olarak çay ve süt vardı. 

İçeriye doğru seslendi:

“Hadi kalkın! Sofra hazır.”

Radyoyu açtı. Neşeli bir Anadolu türküsüydü çalan, çocukların seveceği hareketli tarzdan.  

Kimseden ses gelmeyince tekrar: “Bu kadar yeter artık, gün öğlene yaklaştı.” dedi ama yine ses  gelmedi. “Bari gidip kendim kaldırayım.” dedi. Çocuklarını ve eşini öperek uyandırmayı çok severdi. Onları öperken  nazlanmaları, biraz daha uyumak istemeleri ayrı bir güzeldi.  

Kapının koluna dokunduğunda kapı kolayca açıldı ama oda bomboştu. Gözlerini ovuşturarak odanın  her noktasını iyice yokladı. Odadaki boşluğun gözlerine sert bir şekilde çarpmasıyla başı dönmeye  başladı. Boşluk, âdeta odadan sıyrılmış ve beynine saplanmıştı. Acı veren bir titreme vücudunu kapladı.  Kafasının içinde santim santim büyüyen bu boşluk, hayatla ölüm arasındaki ince bir ip gibiydi.  Sendelemeye başladı. Dizleri vücudunu taşıyamaz hâle geldi, kapının kolunu bıraksa odanın içine  yüzükoyun düşüverecekti. Bilinci yerindeydi ama kendini kontrol etmekte zorlanıyordu. Olduğu yere  büyük bir gürültüyle düştü. Başını vücudundan daha ağır hissediyordu, kalkmaya çalıştı ama başarılı  olamadı.  

Bir süre öylece kalakaldı. Kendine geldiğinde ağladığını fark etti. Mutfaktan hareketli müzik sesleri  geliyor ve kendisi koridorda, giriş kapısının arkasında ağlıyordu. Zil çalıyor ama o, mutfaktan gelen müzikle, zil sesinin ayrımına varamıyordu. Kapının biraz sertçe vurulmasıyla, zor da olsa kendini toparlayıp ayağa kalktı. Kapının küçük dürbününden bakınca alt komşunun, elinde tatlı tabağı ile beklediğini gördü. Kapıyı açtı, komşu ile yüz yüze bakıyorlardı ama onu içeriye buyur etmek aklına gelmiyordu. Kısa süren bu şaşkınlıktan sonra komşusu, “Merhabalar!” diyerek tabağı kendisine uzattı. 

Birlikte mutfaktaki kurulu masaya geçtiler. Masanın çok güzel bir şekilde donatılması fakat evde  kimsenin olmaması komşunun ruh dünyasını allak bullak etti. Çünkü onun hikâyesini biliyordu.  Sessizce en yakın sandalyeye oturdu. Ev sahibi müziği kapattı. 

Komşu, “Merak ettim, uzun süredir seni göremiyorum.” dedi. O, içinde bulunduğu ruh hâlinden kurtulmaya çalışan biri gibi, “Şey, aslında…” dedi. Cümleyi  tamamlayamadı. İçinde kopan fırtınalar kelimelerin her birini ayrı yerlere savuruyordu. 

Ev sahibi, komşusuna ve kendine birer bardak çay doldurdu ama bardağı ağzına götüremedi. Sanki  polise yakalanmış bir suçlu gibiydi. Dudakları ve elleri titriyor; göğsünden, yağmur öncesi gök  gürlemesi gibi hıçkırıklar geliyordu. Bardağı masaya bırakmasıyla gözyaşları akmaya başladı. Komşusu, sandalyesini onun yanına çekerek elini omzuna koydu. O, hâlâ büyük bir deprem sonrasının yalnızlığını yaşıyordu. Buna da bir türlü alışamamıştı. Her zaman düşündüğü bir şey vardı. Hiç kimsenin acısı başkasının acısıyla kıyaslanamazdı, her acının ağırlığı kendi içinde yaşanırdı.

Deprem, on bir şehri yerle bir etmişti. Korkulu bekleyişler, yerini hüzünlü haberlere bırakmıştı. Geç  gelen yardımlar, soğuk hava koşulları, hazırlıksız yakalanan Afet Koordinasyon Merkezi gibi birçok  olumsuzluklar insanları daha da umutsuz hâle getirmişti. 

İçilemeyen çaylar soğumuş, gözyaşları da dinmişti. Masadaki peçetelerden biriyle gözlerini sildi. “Biliyor musun? Ben çocukken annem çamaşırlarımızı elinde yıkardı, ben de ona yardım  ederdim. Ara sıra verilen okul harçlığımı harcamaz, biriktirirdim. Bir gün pantolonumla birlikte paramın da  yıkandığını görünce çok üzülmüş ve ağlamıştım. Şimdi anlatırken gülüyorum o hâlime. Çocukluk işte!  Zor bulduğun ve onunla mutlu olduğun bir parayı kendi ellerinle yıkamak.” dedi ve sustu. Bir türlü söze devam edemiyordu. 

Buraya taşındığından beri ilk defa bir komşusu onu ziyarete gelmişti. İçinde birikenler, patlamaya  hazır bir volkan hâlini almıştı. Komşusu da bu durumun farkında olarak, “Eğer sizi kötü hissettirmeyecekse başınızdan geçenleri dinlemek isterim.” dedi. 

Bu soruyu çok beklemişti çünkü ailesini kaybetmiş biri, acılarını dışarıya atmadan nasıl  rahatlayabilirdi? Nefes alış verişleri hafiften hızlandı:

“Ben, o gün işim dolayısıyla şehir dışındaydım.  Deprem sabaha karşı olmuştu. Kızım sesli mesaj atmış ama ben, mesajı sabah saat yedi gibi dinleyince âdeta ruhum bedenimden çekilmişti. Kızım, “Baba! Evimiz yıkıldı, annem beni duymuyor, kardeşime ulaşamıyorum, çok üşüyorum baba!” diyordu. Kendimi o hâlimle sokağa attım, arabanın  kapısını açamayınca anahtarı yanıma almadığımı fark ettim ve otele geri döndüm. Yolda devamlı eşimin telefonunu arıyordum ama telefondaki ses, “Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor.” diyordu. Bu cümleyi daha önce çok duymuştum ama eşime bir daha ulaşamayacağım hiç aklıma gelmemişti. Sonra ikinci mesajı fark ettim. Kızım, canhıraş bir şekilde “Baba, nerde kaldın? Kurtar bizi!” diye ağlıyordu. Yolculuk boyunca onları tekrar görebileceğim umuduyla kendimi avuttum. Şehre  geldiğimde sanki bir film platosuna girmiş gibiydim. Bunlar gerçek olamazdı. Hemen evimize koştum, eşime ve çocuklarıma sesleniyor ama bir cevap alamıyordum. Deprem 6 Şubat’ta olmuştu ve hava çok  soğuktu. İnsanlar depremden kurtulsa bile soğuktan ölebilirdi.” dedi ve sustu. O anları zihninde tekrar yaşıyordu. Karanlık caddeleri esir almış yıkıntılardan gelen çocuk seslerini hâlâ duyuyordu. 

Odadaki sessizliği ocağın üzerinde kaynayan çaydanlık bozunca tekrar anlatmaya başladı:

“Her yer kıyamet gününün bir provası gibiydi. Ne yapacağımı bilemedim. Ne bir yardım geldi ne de başka bir şey. İkinci günün akşamı kendi imkânlarımla aileme ulaştım. Gördüğüm manzara kâbus gibiydi.” Duraksadı, kelimeler ağzından tane tane çıkmaya başladı:

“İlk önce eşime ulaştım. Eşim saçlarını yolmuş, elleri saçlarında vefat etmişti. Oğlum, masum bir şekilde hâlâ yatağında uyuyordu. Kızım, annesinin telefonunu elinden hiç bırakmamıştı. Benden gelecek bir cevap bekliyordu.”

Masadan bir peçete daha aldı ve devam etti:

“Göçmen kuşlardan biri, göç sırasında rahatsızlanırsa, eşi onu orada beklermiş. Eğer o iyileşmez ya da ölürse, eşi göç için gelecek mevsimi beklermiş. Tabii kışı atlatıp o zamana kadar yaşayabilirse. Günlerce enkazın başında bekledim. Ruh sağlığımı kaybetmeye başlamıştım. Kendi imkânlarımla ailemi defnettim. Neden insanlar mezarlıklara gider, göçüp gidenleri ziyaret eder ve orada hürmetle konuşurlar? Çünkü ayrılığı kabullenemez, yeniden kavuşmayı ümit ederler. Ben de hep bu ümitle yaşıyorum.” 

Misafirine çay içip içmeyeceğini tekrar sordu çünkü onun gitmesini istemiyordu. Derdini dökmeye ihtiyacı vardı, devam etti:

“Saçlarına değen rüzgârı hissedebilmek,  kaygılardan azade bir nefesi alıp verebilmek, seni seviyorum diyebilmek, bunlar güzel şeyler. Mezarlıkta defalarca ‘Sizi çok seviyorum!’ dedim. Onları yüreğime gömdüm ancak benim de üzerime toprak atıldığı gün, onların da bir mezarı olacak. Birinden ‘Baba!’ sesi duysam, onu kendi çocuğum  zannediyorum, yavrularımın bir daha gelmeyeceğini bildiğim hâlde. Veda etmeyi hiç beceremem. Elim ayağıma dolaşır, bildiğim bütün kelimeler zihnimden kaybolur gider. Belki de o yüzden aileme bir gün, bir yerlerde mutlaka kavuşacağım çünkü biz vedalaşmadık. Bu mümkün mü?” dedi.  Komşusu ona cevap veremedi. 

Bunları söylerken hep aynı noktaya bakıyor ve gözyaşları sicim gibi akıyordu. Bu duygusal ortam içerisinde olup da ağlamadan dinlemek mümkün değildi. Komşusu da masadaki peçetelerden bir tane  kendine aldı. Her ikisi de sessizliğin ağır atmosferi altındaydı. Komşusu onu konuşturmak istiyordu: “Psikolojik  destek alsanız, nasıl olur?” dedi. 

“Evet, aldım ama çok bir faydası olmadı çünkü benim yaşadıklarımı hissedemeyen biri beni  anlayamazdı. Doktorum, kızımın bana attığı iki mesajı da silmemi istedi. İçim yana yana sildim.  Telefonumda kızımın sesi yok ama hâlâ canım yanıyor. Olduğuna ağlayanla, öldüğüne ağlayan  arasındaki tek fark birkaç nokta idi, o noktalar da hayatın durakları işte.” 

Mutfağın penceresine bakarak “Ben biraz yaşlanacaktım, çocuklarım da büyüyecekti ve ben onlara bu  dünyayı bırakıp gidecektim. Oysa onlar bana bu dünyayı bırakıp gitti. Hep rüyalarıma geliyorlar, hasret gideriyoruz. Ben rüyamın içinde rüya gördüğümü fark ediyorum  ama onlar vefat ettiklerini bilmiyor. Hâlâ rüyalarıma gelen aileme bir gün, bir yerlerde kavuşacağımı biliyorum. Bence bu mümkün.” dedi. 

Komşusu, “Bu ümit, ne güzel!” dedi. O, bu söze çok sevindi ve devam etti:

“Onları öperken kokularını içime çekerek öperdim, cennet  kokardı onlar. O kokuyu rüyamda da aldım. Benden ne köy ne de kasaba olurdu ama evlatlarım olunca belki onlara bir ev olabilirim, diye düşünmüştüm, o ev de yıkılıp gitti. Onlardan sonra yokluğun yok olmadığını gördüm. Çünkü onların yokluğu daima karşımda duruyor. Dört kişi bir tabutu taşırmış ama ben tek başıma üç tabutu birden yüreğimde taşıyorum.”