Değerli Okurlarımız,
Şubat ayının serin sessizliğinde, edebiyatın sımsıcak nefesiyle hep birlikte ısınabilmek için yepyeni bir sayıyla karşınızdayız. Bu ay da sizler için hayatın derinliklerine uzanan şiirler, nostaljik esintiler taşıyan denemeler, yaşanmışlıkların izini süren hikâye ve hatıralarla dolu bir sayı hazırladık. Ne var ki 6 Şubat depreminin ikinci yıl dönümünde, sarsılan şehirlerin, yitirilen hayatların ve geride kalan anıların hüznü, ister istemez sayfalarımıza sinmiş durumda. Bununla birlikte Helezon dergisi olarak, yüreğinde acıların ağırlığını taşıyan insanlara, kelimelerin hafifliğiyle küçük bir teselli sunabilmeyi amaçlıyoruz. Buna göre hem geçmişin yükünü hem de geleceğe uzanan umudu aynı sayfalarda buluşturan 40. sayımızla, sözcüklerin büyülü dünyasında gezinmeye ve hüzünle umudu iç içe okumaya hazır mısınız?
Öncelikle yazıya adanmış bir ömür düşünün; hem de ince bir işçilik itinası ile. Edebiyatın gölgesinde büyüyen, daktilonun tuşlarıyla hayatı anlamlandıran bir “yazı işçiliği” bu. Eleştiri, öykü, roman ve senaryo gibi zengin türlerin gölgesinde geçen 75 yıllık dolu dolu bir hayattan yani Selim İleri’den söz ediyoruz. Onun usta kalemi, iç dünyaların fısıltılarını, hatıraların gölgelerini, İstanbul’un solgun ışıkları altında kaybolan hayatları vs. anlattı. Onu da “Bir Yazı İşçisi: Selim İleri” başlığı altında Hızır İlyasoğlu kaleme aldı. Bizim payımıza düşen de bu anlamlı biyografiyi okumak. Belki de onun sonunda Selim İleri’nin, yazmanın ağırlığını bunca yıl nasıl taşıdığını az da olsa anlayabiliriz.
Hayatın girdaplarında savrulmaya mahkûm mudur insan, yoksa saflığın doruklarına ulaşmaya kâbil mi? Modern dünyanın çıkmazlarına ayna tutan bir şiir var sırada. Tahsîn-i Kelâm’ın kaleminden süzülen şiir, kalbin gözlerine sürme gibi çekilen sadelikle, insanın iç hesaplaşmasını ve hayata tutunuşunu dile getiriyor. Peki, en sonunda ego tığından örülen yârenlik, kumdan kaleler gibi bir söz yığınına mı dönüşüyor yoksa hakikatin yalın bendeliğine mi varıyor? “Sarmal”ın mısralarının izinde imgesel bir yolculuğa çıkmaya hazır mısınız?
Sevimli bir canlının kısacık hayatı, insan üzerinde ne denli bir etki bırakabilir? Peki, sevginin ötesinde bir duyguyla kurulan bu bağ, usta bir kalemin satır aralarında nasıl bir anıya dönüşür? Doğan Yücel’in “Sarıkız’ın Ardından” yazısı, kaybın ve yeniden var olmanın arasında ince bir çizgide yol alırken, yalnızca bir kediye dair değil, tüm canlıların hayatın akışındaki yerlerine dair bir soru aralıyor: Biz hayatın değerinin farkında mıyız ya da bizim hayatımıza değer katanlar var mı? Bir taraftan bu soruları düşünürken diğer taraftan bir solukta okuyacağınız bu hatıranın, içinizde duygusal bir yankı bırakacağından kuşkunuz olmasın.
Şimdi de en az ömür kadar kıymetli olan zamana dair bir soru sorsak ne derdiniz? Zamanın aynasında kendinizi hiç seyrettiniz mi? Bir gençlik hülyası mısınız yoksa medeniyetin sessiz bir yankısı mı? Çağrı Adil, geçmişin “Tatlı Günler”ine duyulan özlemle, insanın kendini bulma ve kaybetme serüvenini derin imgelerle anlatıyor. Çöllerden dağlara, kitaplardan medeniyete uzanan bu yolculukta, her kelime bir hatıra, her mısra bir diriliş çağrısı gibi. Belki de hepimiz, bir kez ölmeden gerçekten dirilemeyeceğimizi fark ettiğimizde, kendimizi yeniden keşfedebilir miyiz? O hâlde bu şiirin satır aralarında kendi zamanınızı aramaya ne dersiniz?
Bir sabah, sevgiyle ve özenle kurulan bir sofranın etrafında hiç kimse yoksa, o sofradan geriye ne kalır? Kahvaltı masasında bekleyen şık tabaklar, sessiz duvarlar ve bir babanın zihninde yankılanan son sözler… Yaşanmışlıklarla dolu bir ev, artık sadece hatıraların ağırlığını mı taşır? Bu hikâye, kaybın sessiz çığlığını ve vedalaşmadan gidenlere duyulan sonsuz özlemi fısıldıyor. Sessiz sedasız çekip gidenler gerçekten çok mu uzaktalar yoksa hâlâ bir yerlerde sevdiklerini mi bekliyorlar? Adem Yağmur’un “Mümkün” öyküsünü okurken gözyaşlarınıza hâkim olamayabilirsiniz.
Zaman, gençlik düşlerimizi kırağıya mı bıraktı, yoksa biz mi hayallerimizi ipsiz boncuklar gibi savurduk dört bir yana? İbrahim Türkhan’ın “Kar” şiiri, geçmişin gölgelerinde kaybolan umutları, kar taneleri gibi usulca üzerimize yağan yılları ve içimizde suskunluğa gömülen çocuk yanımızı sorguluyor. Ya suçlu çıkarsak kendi hayatımızın mahkemesinde ya da ömrümüzü çalan yılların peşinden sadece boş limanlarda oyalanarak bakakalırsak? Bütün bunlar bir kenara, saatler durmadan ileri koşarken, şakaklarımıza yürüyen karları durdurabilir miyiz? “Kar” şiiriyle, sözcüklerin arasına sıkışan derin bir iç hesaplaşmaya hazır mısınız?
Bazı insanlar vardır, tıpkı eski sandıklar gibi içlerinde biriktirdikleriyle, sakladıkları hatıralarla ve taşıdıkları değerlerle bir zaman köprüsü kurarlar. Onlar, hayatın kırkıncı odalarıdır; varlıklarıyla kâh zengin bir belleğimiz kâh da manevi mirasımız olurlar. Peki, kapağı aralanan bir sandık bize sadece dantel ve çeyiz mi sunar yahut içinden bir şiir, bir hüzün, bir kahramanlık, belki de sessizce fısıldanan bir hikâye mi çıkar? Bu yazı, hem nostaljiye hem de insan ruhunun derinliklerine dokunan bir keşif yolculuğu âdeta. Ferit Can’ın “Sandık” yazısı ile sandıkların içindeki gizemi çözmeye ne dersiniz?
Esin sahillerinin tutkunu kimdir sizce? Uçsuz bucaksız bir maviliğin, sonsuz bir huzurun ve şafakların parıltısı içinde kaybolan bir ilham yolcusu desek? Ilık meltemlerin kollarında, gözlerinde safir günlerin izini süren bir ilham yolcusu… Bu yolcumuz, her kıtada rengârenk bir âleme ve farklı hisler dünyasına adım atıyor. Duyguların su, kar, aşk ve huzur gibi öğelerle yoğrulduğu “Esin Sahilleri” şiirimizle siz de ilhamın izini sürmeye davetlisiniz. Bakalım, bu huzur yolculuğu sizi nereye götürecek?
Baca deyip geçmemek gerekir. O, bir evin yalnızca dumanı değil, aynı zamanda ruhudur; sıcaklığın ve hayatın göğe yükselen sessiz nişanesidir. Dahası bir mahallenin, bir toplumun ortak nefesi gibidir. Peki, tüten bir bacanın taşıdığı sır nedir? Hangi hikâyeleri fısıldar göğe, hangi duaları, hangi özlemleri taşır? Belki de bacası tüten bir ev, sadece dört duvar değil; geçmişin, dayanışmanın ve insan olmanın unutulmaz hatırasıdır. Peki, modern dünyada tüten bacaların anlamı hâlâ aynı mı? Bu ve benzeri soruların cevabını, bacaların dumanına saklanmış hikâyeleri, dayanışmanın ve üretimin sessiz şahitlerini Nurettin Sarıaslan’ın “Tüten Bacalar” yazısında bulabilirsiniz.
Şimdi de geçmişe duyulan özlemin zarif anlatımı olan bir şiir var sırada. Zeynep Hafsa Dayı’nın “Kırık Pusula” adlı bu şiiri, toz duman içinde savrulan bir seyyahın iç yolculuğunu, maziye bağlılıkla harmanlanıyor. Sardunyalarla süslenmiş bir evin sıcaklığı, limana demirlenemeyen bir geminin hüznü ve kırık bir pusulanın yönsüzlüğü, şiirde derin imgelerle hayat buluyor. Bu şiir, anıların yürekte bıraktığı izleri, hem kırılgan hem de güçlü bir sesle ifade ederek okuyucusunu duygusal bir yolculuğa çıkarıyor.
Zamanın hızla akıp gittiği, ruhumuzun ise kaybolan her anla birlikte daha da yorgun düştüğü bu çağda, başkalarına ya da kendimize küstüğümüz anlar var mıdır? Bazen ruhsal bir çöküntüye maruz kalabilir ve ne geçmişle ne de gelecekle barışabiliriz. Peki, kalbimize kapanmak, bu yaralı hâlden kurtulmak için bir çıkış yolu olabilir mi? Meryem Yıldırım’ın “Göklere Yakın, İnsanlara Uzak” yazısı, küskünlüklerine ve kırgınlıklarına rağmen insanı, yitirdiği huzurun adresine taşıyor. Kim bilir, uzaklarda aradığımız bu adres, belki de çok yakınımızda hatta kalbimizin en sessiz köşesinde saklı olabilir. Öyleyse bu, neden huzurumuzu bulmamız için atılacak ilk adım olmasın ki?
Bu düşündüren yazıdan sonra yine güzel bir şiir okumaya ne dersiniz? Cafer Başer’in kaleme aldığı şiir, “İlmek” adını taşıyor ve hayatın her anını sabır, umut ve sevdayla örülen bir sanat eseri gibi resmediyor. Şair, duygularını toprağa, denize, renklere ve zamana ilmek ilmek dokuyarak, yaşamın güzellikleriyle acılarını ustalıkla yoğuruyor. Yıldızlara sevdalanan eller, hayallere düş bağlayan gözler ve emeğin kutsallığını kucaklayan yürek, bu dizelerde hayat buluyor. Sessiz bir teslimiyetle son bulan şiir, okuyucusunu hem kendi iç dünyasına hem de varoluşun büyüleyici yolculuğuna çıkarıyor.
Son olarak arka kapakta, Filiz Altunbaş’ın kûfi hat sanatının zarif ve özgün çizgilerini yansıtan “Yüsra” adlı çalışması var. “Her zorlukla birlikte bir kolaylık vardır.” ayetinin işlendiği tasarım, manevi derinliği estetik bir incelikle birleştirmiş. Siyah ve yeşilin harika uyumuyla birlikte hem görsel hem ruhsal etkiye sahip olan eser, geleneksel hat sanatının geometrik ve süsleme detaylarıyla da izleyenlere huzur veriyor.
Bu güzel eserle birlikte biz de 40. sayımızın takdimini tamamlamış bulunuyoruz. Her zaman olduğu gibi birbirinden güzel eserleriyle Helezon’a renk katan bütün sanatçı, şair ve yazarlarımıza; yayın kurulumuza; görsel ve sosyal medya ekibimize çok teşekkür ederiz. Helezon’un bu sayısında bazen bir mısranın içine sığındık, bazen de bir hikâyenin izinde yollara düştük. Bir sonraki sayımızda, baharın ilk esintisinde yeniden buluşmak dileğiyle… İyi okumalar.
Sağlıcakla kalın!
Hayata dokunarak iz bırakma adına edebiyat çok etkili bir yoldur. Bu sayı için emeği geçen herkese teşekkürler.
Dikkatiniz ve ilginiz için biz de size teşekkür ederiz. Sağ olun. Selam ve saygılar.
Herkesin emeklerine kalemlerine sağlık.
Teşekkürler…
İlginiz ve dikkatiniz için biz teşekkür ederiz. Sağ olun. Selam ve saygılar…