Hüznün rengi olsaydı şayet, eminim ki onun türkülerinde tınlayan sesin, rengiyle ya aynı ya da ona çok yakın bir açıklık veya koyulukta olurdu.

“Bunun keyfiyeti tarif olunmaz, zevke dairdir.” deyip kısa kesmek aslında en doğrusudur fakat şu hususun bilinmesini isterim: Aysun Gültekin Hanımefendi’nin şahsında, aynı konum ve misyonu paylaşan sanatçılarımıza, “Bu güzelliğin farkındayız, sedanız eksilmesin, daim var olun!” demektir, muradımız. 

Aysun Gültekin Hanımefendi’nin sesinde, insanı alıp geçmişin o temiz, saf iklimine götüren bir çağrı gizlidir. O çağrı, kâh bir yaylanın serin rüzgârıyla ferahlatır ruhunuzu kâh bir köy çeşmesinin başında, suyun çağıltısına karışan bir türkü gibi yüreğinizi serinletir. Onun sesinden dökülen türküler, yalnız bir dinleti değil, aynı zamanda bir vuslatın habercisidir. O, türküyü sadece icra etmez; aynı zamanda onu yaşar, yaşatır ve bizlere de hissiyatının en ince tınılarını duyurur.

Türküler, onun sesinde kelimenin tam anlamıyla bir nağme ziyafetine dönüşür. Sözlerin büyüsü, Gültekin Hanımefendi’nin yorumunda öyle bir zarafetle buluşur ki insan bir an olsun bu dünyanın tasalarından sıyrılıp türkünün himayesine sığınır. Bu zarif sedada, bir yandan yanık bir ağıdın hüznü diğer yandan umut dolu bir sabahın şafağı yer bulur. Böyle bir denge, ancak hakiki bir sanatçının elinde bu denli kıymetli olabilir.

Sesinde saklı olan kudret, ne yalnızca tek bir makamın ne de yalnızca bir yöreye ait ezgilerin sınırında kalır. O, sesinin kanatlarını açıp Anadolu’nun tüm coğrafyasına, her taşına, her toprağına, her insanına dokunur. Bu dokunuş, bir annenin şefkatli elleri gibi hem teselli eder hem de güç verir. O ses, insanı sarar, sarmalar; hatıralarınızı size hatırlatır, yitik zamanlarınızı buldurur.

Gültekin Hanımefendi’nin türkülere kattığı incelik ve hassasiyet, onu diğerlerinden ayıran en belirgin özelliktir. Türküler, onun yorumuyla âdeta bir mendil gibi uzanır insanın gamına. Bir dörtlüğün, bir mısranın içinde saklanan o derin manayı, öyle bir sesle, öyle bir hisle dillendirir ki gözleriniz istemsiz nemlenir. “Şu uzun gecenin gecesi olsam” türküsünü ne zaman dinlesem yüreğim çarpar, Erzurum türkülerini icra ettiğinde ise duygu yoğunluğumu tarif ve tasvire kelime hazinem kifayet etmez.

Onun duruşu ise sanatını bir kemalat nişanesi gibi taşır. Gösterişten uzak, yalnızca hakikat peşinde bir sanat yolculuğu. Gültekin Hanımefendi’nin sahnesinde, gözlerinizi yoran bir debdebe ya da kulağınızı tırmalayan bir iddia göremezsiniz. Onun mütevazılığı, her bir türküsüne, her bir notasına işlenmiş gibidir. O ses, kulağınıza değil doğrudan kalbinize hitap eder.

“Turna oldu, şahine ne hacet?” manasını yükleyip nağmelerine, alabildiğince içten ve yürekten türküler okuyan, gönlünde hüznü misafir edip sürura; “Bir hanede iki misafir üst üste olmaz azizim!” deyip yol gösteren edanın adıdır o.

“Ey gam, yine meydan-ı muhabbet sana kaldı” diyen Şeyh Galip’i tasdik eden bir yorumla, çıktığı gam dağlarında, kırkikindi sayan bir tecrübenin sesidir o.

Üslubu yerinde, daha doğrusu üslup sahibi, kaygıdan uzak ve beklentilerden azade olarak türkülerini söyleyen biridir o.

Onun yorumundaki zarafet, kâkül-i canandan gelen haberin, saba rüzgârı eliyle incitmeden, rahatsız etmeden, yanı başınıza bırakılmasına benzer. Yâr haberidir, canan selamıdır, aradığınızdır, bulduğunuzdur, yaşadığınızdır, hülasa yazgınızdır…

Sesinde kaç enstrüman saklıdır bilinmez. Yeri ve zamanı geldiğinde hangi perdeye dokunsa, hangisine üflese, musiki ikliminde, mevsimlerin marifetlerini ortaya saçtıkları bir sergide bulursunuz kendinizi.

“Hüzün ki en çok yakışandır bize’’ diyen şairin tespiti enfestir. Hüzün bir de türkülere çok yakışır. Hele Aysun Gültekin Hanımefendi’nin söylediklerine…

Aslında yine aynı yerde durmaktayım. 

“Bunun keyfiyeti tarif olunmaz, zevke dairdir”