Başımda bilinmezliğin getirdiği huzursuz geceler olsa da durmaksızın yürüyorum. Arabada, uçakta, tarlada, fırının köşesinde, kahvenin önünde, nehrin üstünde, hayatın kıyısında hep yürüyorum. Ekşi mayalı bir ekmeğin kızarmış kokusunda dünyamı çıtır çıtır bölüşmek uğruna yürüyorum. Anlaşılan, yelkovanı durmaksızın kovalayan akrep beni de kıskacına almış. Başka çare yok. Bu ömür caddesini, her şeyle birlikte ben de yürüyorum.
“Bu saatte nereye böyle Ayşe Hocam?”
“Nereye mi?”
Bu tok sesin şefkati, batan güneşin hüznüyle yayılıyor ruhuma. Hangi dostluğa, hangi kariyere, hangi kapıya bu yolculuk? Muamma… Bitmek tükenmek bilmeyen bu açlık, adımlarımı işte bu yılankavi yollara düşürdü. Sabahtan beri yemek yemedim. Karnımdaki gurultuyla uyanıyorum sanki.
“Evime gidiyorum Arif Amca, nereye olacak? Maşallah, senin de mesai bitmiş! Eve mi?”
Evden eve… Aslında her şey konumu anlamlandırma çabasından ibaret. Başlangıç belli, son belli. Ya şimdi durduğum yer neresi?
“Gel de şu ekmeklerden birini atıver çantana. Akşam eve gidende tereyağında iki yımırta gırarsın. Bu ekmeği de üstüne ha şöyle banarsın. Şimdiki gızlar ekmek yemiyi amma garın doyurmak değil mi, nepicen…”
Fırının tozlu kepenklerini indiren Arif Amca, günü kapatmış besbelli. İki yıldır sabahtan akşama kadar ocakbaşında ekmek pişirmekten yanakları al al. Dükkânın anahtarlığı belinde şıngırdıyor. Nasırlı elleri duramıyor yerinde. Kahverengi kemerinden dışarı sarkan gümüş anahtarlarıyla oynuyor. Her birinin üstünde pastel tonlu birer postit bantlı. Dükkân kapısı, kepenkler, kiler, bodrum, ev, depo. Altı anahtar, altı tılsım. Onun kapıları besmelesiz açılmaz, besmelesiz kapanmaz. Besmelesiz zerre işi olmaz.
Yeminler etmiş yeni memleketine gelirken. İşi oluversin diye bu sözcüğü gece gündüz virt edinmiş. Besmele çeke çeke dağ tepe yürürken, öğle sıcağında kendini jandarmada bulmuş. Memur, “Adın ne?” diyor; Arif Amca “Bismillah” diyor. “Acıktın mı?” diyor, Arif Amca “Bismillah” diyor. Ancak birkaç saat sonra aklı başına geliyor Arif Amca’nın. Nihayet ağzından çıkan ilk şuurlu kelime de “Arif” oluyor. Ah Arif Amcam! İsminle müsemmasın.
“Ver amcacığım ver. Bundan daha güzel yemek mi bulacağım bu saatte?”
Kese kağıdına sarıyor ekmeği Arif Amca. Öyle ya, ekmek arası hürriyetten daha güzel neyle doyar insan geceleri? Ver elini zeytin-peynir, ver elini gluten! Annemin bol şekerli reçelleri olsa şikâyet etmeden onu da yerdim. Ama hepsi geride kaldı.
“Gızım, hadi alıver şu torbayı eline. Benim eve geçivermem lazım. Hatçe Annen bekler. Buraları pek sevdi, gene de goca gün yolumu gözlüyo…”
Elime aldığım torbanın hışırtısında Arif Amca’nın pır pır eden yüreğini duyuyorum.
“O zaman sen bekletme Hatice Teyzem’i. Benden de çok selam söyle.”
İstemeden, güvercin gibi titriyor sesim: “Haftaya uçağım olabilir, duanızı almaya uğrarım.”
Arif Amca ile Hatice Teyze üç yıldır burada. Gözlerinde büyümüş, git-gel. Ağırdan almışlar. Bu fırının ekmeklerine de müdavim olmuşlar. Yalnız hakları var. Odun ateşinde pişen köy ekmeğini kim sevmez? Hele bir de iri domatesten yapılmış domates salçası olunca… Tabii, iş hamur sevmekle kalmamış. Sahibi Kostas, “İstersen gel, çalış burada.” demiş. Eli yatkın değil diye önce çekindiyse de nihayet kolları sıvamış Arif Amca. Gönlü yatkınmış meğer. Altı aydır dükkânı açıp kapamayı da ona zimmetlemişler. Burası olmuş onlara ekmek kapısı, buraların da meşhur fırıncı Arif Amca’sı. Gittiği yere kadar.
Ardı ardına kapanıyor kepenkler. Herkes nereye gidiyor? Karanlıkta beliren yıldızlara baka baka sokağımın başına varmışım. Hangi sokak bu? Görünüşe göre yuvamı terk ettim. Nasıl desem? İçimdeki hissizlikten belli… Terki terk etmeye henüz hazır değilim. -Hem sözüm ona- bu memlekette Müslüman bir apartmana denk gelmek hakkında şu an ne hissedebilirim? Trajik cümle desenleri postmodern dünyamı boyamaya koyulmuş. Çözümlemek güç. Akşam iyice çöktü. Karanlıkta, derin ve tırtıklı fırça darbelerine daha çok takılıyor gözlerim. Lacivert bir matemin kirpiklerime çöken tuzuna rağmen bakışım kamaşmıyor. Hatta berraklaştığı bile söylenebilir. Büsbütün bir yanılsama değilse eğer, hakikate yaklaştığım hissine kapılıyorum bir an. Neyse ki yürümeye devam ediyor kaldırıma basan ayaklarım.
Birden biçimli bir arsanın kenarından geçtiğimi fark ediyorum. Plastik sandalyeler ip gibi dizilmiş. Ne olduğunu anlamaya çalışan gözlerim, karşıdaki cafcaflı sinema afişine ilişiyor: A small piece of bread. Resimde uzun saçlı, ağlayan bir kadın var. Bakışları keskin. Gözünün yaşına rağmen güçlü görünüyor. Seyircinin ilgisi de büyük. Biletini alan yerine oturmuş bile. Açıkta sallanan beyaz perdeye dikkat kesilmiş, vaktin gelmesini bekliyor.
Doğrusu benim filmlerle, dizilerle çok aram yok. Yine de kültürsüz sayılmam. Ara sıra izleyip geçiyorum. Ama yürümeyi oldum olası sevmişimdir. Her adımda insanın belleğine beklenmedik karelerin gelmesinin büyüleyici bir tarafı var. Perdesiz, doğaçlama, varoluşsal bir film gibi. Üstelik sürükleyici. Daha ne olsun?
İşte, bir fragman üşüşüyor hemen… Mesleğe yeni başladığım günlerdi. Afili bir yazı okumuştum birinin postunda. “Acılarına gülebildiğin kadar olgunsun.” Sosyal medya hesabımda paylaşayım da öğrencilerim görsün demiştim. Zaten edebiyat öğretmenlerinden bu beklenir. Paylaştım tabii. Ah, toyluk! Onlar beğendikçe sorgular oldum. Şu yeni yetme hâlim acaba ne kastediyor olabilirdi? İnsan acıya nasıl gülerdi? Bu yaşıma kadar bu cümleyi nereye koyacağımı bilememişim meğer. Yeri, tam burasıymış. Göğsümün orta yerinde, kâh ağlayıp kâh gülen gönlümde…
Midem iyice kazınıyor. Açlıktan hızlanıyor adımlarım. Kapıya varmama çok az kaldı. Yine de dayanamayıp ekmeğin köşesinden yakalıyorum. Bir parça koparıp atıyorum ağzıma. Varsayayım, annem caminin dibindeki deterjan kokulu bakkala göndermiş. Dönüş yolunda evdeki kavgayı göze almışım. En ballı köşeyi kemire kemire evimin kapısına gelmişim. Ne sırtımda ağır dosyalar, ne elimde okunacak sınavlar, ne zihnimde yapılacak tonla iş… Boşum. Bomboş. Ancak şimdi, gönlüme yasla dolan büyülü bir huzur var. Boynumda da dualı bir muska.
Galiba hafifliyorum yükleri üstümden döke döke. Yeni bir yuva bulmak için terk etmiştim geniş sokağımı. Yakında burayı da terk edeceğim. Çetrefilli bir labirentte kaybolduğum hissine kapılıyorum bir an. Sanırım bir pusulam var. Ama buna sevinmek zor. Çünkü yanımda değil. Buna rağmen yolumu göstermesi ne tuhaf! Şimdi küllerinin rüzgârda uçuştuğu kitaplığım seriliyor zihnimin önüne. Çoğunun ilk sayfasında tarih, şehir ve ismim yazan. Varlıkları dahi unutulmuş olmalı ama ben unutmam!
Anıların ve kitapların bu ikircikli şarkısı eşliğinde ilerliyorum. Artık kendimi mutfağa atıp sahanda yumurtamı pişirmek istiyorum. Evimi görünce mayhoş bir huzur çalınıyor damağıma. Anahtarımı kolayca bulduğuma seviniyorum. Sakince cebimden çıkarıp deliğe yerleştiriyorum. Yavaşça, sağdan sola çeviriyorum titrek elimi. Doğu yakasından doğan güneşin batıdan batması gibi… İçeri girmeden evvel dudaklarım kıpırdıyor usul usul. Ceviz kapının iki parmak üstünde Latin harfleriyle “Bismillah” yazıyor.
Biz de bir yımırta gırıversek, Bismillah diyerek…
Çok başarılı bir hikaye. Sizi tebrik ediyorum. Emeğinize sağlık
Bi ekmek alıp sıcak sıcak sevdiklerinle beraber yemek😔🙏