Değerli Okurlarımız,

Bahar, bir şairin kaleminden düşen renkli mısralar gibi mayıs ayında bütün güzelliğiyle yine serildi önümüze. Tabiat, sabrın ve umudun ödülü gibi çiçeklerle süslendi; her bir tomurcuk, hayatın yeniden doğuşuna sessizce şahitlik etmeye başladı. Helezon dergisi olarak biz de deneme, gezi yazısı, hikâyeler, şiirler ve sanatın zarif dokunuşlarıyla; bu güzel mevsimin ruhunu sayfalarımıza taşımaya çalıştık. Ayrıca mayısın en özel günlerinden biri olan Anneler Günü’ne de şefkati ve sevgiyi dillendiren imgelerle yer yer dikkat çekmek istedik. Öyleyse ne diyelim? Her sözcükte bir bahar esintisi, her dize ve görselde bir anne sıcaklığı bulmanız dileğiyle…

Baharın “kuş cıvıltıları” eşliğinde, alın teriyle umut arasında gidip gelen bir işportacının sessiz mücadelesini anlatan, dokunaklı bir öyküyle başlıyor yeni sayımız. Hayatın hengâmesi karşısında, her geçen gün ağırlaşan bir yükün ağırlığı altında, çay paketlerinin, kahve kokularının ve yarım kalmış cümlelerin içinden geçip bir yuva sıcaklığına varan bu yolculukta, kendinizden bir parça bulmaya hazır mısınız? Peki ya siz, en son ne zaman yorgunluğunuzu bir çocuğun sarılışında unuttunuz?

Birbirine yaslanmış iki renk, iki ses, iki hayat… Bu ikilide saklı olan hangi anlamdır bize ait olan? Var olmak sadece nefes almak mıdır, yoksa bir başka cana tutunmak mı? Aşkı ve sabrı tabiatın diliyle hatta “naivaşa kuşları”nın nağmeleriyle anlatmak mümkün müdür? Bir fidanın güller açan dalındaki iki minik yürek, uçup gitmeden önce geriye ne bırakır? Bir tüy mü, bir bakış mı, yoksa bir iz mi? Zaman bu karede mi durdu, yoksa biz mi geç kaldık? 

Kaç “yürek yangını” sığar bir ömre; kaç mevsimde söner, kaç baharda yeniden filizlenir? İç yangınında kaç zemheri yaşar insan? Kimsesiz bir mevsimin ayazı mı daha ağırdır, yoksa metruk bir dağ lalesinin yahut naif ateş böceğinin zamansız sönüşü mü? Zemheriden sızan bir ninniyle başlayıp yıldızlara gömülen düşlere ve efsane bir kızılda kaybolan hatıralara uzanan, üç vakitlik bir  duygu seli bu şiir. Belki de sorulması gereken şudur: İçimizde kaç “yürek yangını” hâlâ sönmeden yanmakta?

Yuva, yalnız dört duvar mıdır; yoksa annenin sesinde saklı bir şefkat, babanın yorgun ellerinde taşınan bir hikmet mi? Bir ekmeğin buğusunda mı gizlidir mutluluk yahut bir kiraz ağacının gölgesinde unutulmuş çocukluğun izinde mi? “Yuvam”, bir rüyanın eşiğinden sesleniyor; hem geçmişin sıcaklığıyla dokunmuş hem de geleceğin sessiz duasıyla harmanlanmış özlemlerle… Belki de hepimiz, kalbimizin kıyısında sakladığımız paslı bir anahtarla, sarmaşıklarla örtülmüş bir kapıyı hâlâ aralamayı umuyoruzdur. 

Şiir, sorulmamış soruların ve bakir duyguların ete kemiğe bürünmüş hâli değilse nedir? Kimi zaman çığlıklar yükselir kimi zaman ılık bir hece damlar nazımdan. İşte “yersiz” de böyle bir şiir aslında; kelimelerle örülmüş bir iç yolculuğun ve ruhun suskun haritası. Her dizesi, sessizliğin tınısıyla örülmüş bir yüreğin hissedişle dile gelen yürüyüşü. Peki, kelimelere diken batarsa hangi sessizlikte gül açar, hangi hasrette karanfil biter? Şair, “Mazharım, yazar değilim / Bendeki sade bir eğilim.” derken esasen hangi suskunluğun izini sürüp hangi duyuşun kenarına ilişiyor? 

İnsan, ne zaman gerçekten yola çıkar? Bir ekmeğin buğusunda mı başlar yolculuk, yoksa anahtarla çevrilen kapının tam eşiğinde mi? Hangi adım, hangi gölge, hangi bakış taşır insanı; yuvadan yuvaya, dilden duaya? “Kapıdaki” hikâyesi, taş fırın kokusuna sinmiş hasretle, bir kese kâğıdının hışırtısında saklı vuslatla, göçün içli türküsünü fısıldıyor. Ardından âdeta nakış gibi dokunmuş her cümlesiyle, içten bir “besmele” ile açılan kapıların ardına çağırıyor.

Yollar kıvrıla kıvrıla nereye varır? Bir dağın zirvesine mi, yoksa eteklerine yaslanmış yalnız bir ağaca mı? Ufkun tam ortasındaki “zirve ve ağaç”,  bir bekleyiş midir, yoksa bir varış noktası mı? Zirvesi sessizliğe yaslanmış dağ, pastel renklerle belki de göğe yazılmış eski bir kelimedir; eteklerindeki tek ağaç ise o kelimenin unutulmuş anlamı. Renklerin birbirine değdiği yerde dijitalin eli değil, düşlerin izleri belirir; gökyüzü sabahın suskunluğuyla, kar örtüsü ise yeryüzünün hafızasıyla konuşur. 

Zamanın kederli nabzını tutan, “geçen zamanın ahı” olabilir mi? Acaba kayıp zamanların sesi hâlâ kulaklarda mı çınlar? Yoksa insan, kendi sessiz kayboluşuna usulca yürürken, durmadan geçmişe mi saplanır? Şimdi, sözcüklerin açtığı o derin yaraya birlikte bakmaya var mısınız? Belki de her bekleyiş, yeniden doğmak isteyen bir sessizliğin adıdır. Şimdi, bu sessiz çağrıya kulak verme zamanı…

Bir dağın ardında, sisli yaylalarda atlar yaşıyormuş, duydunuz mu? Saraybosna’dan yola çıkıp eski bir Osmanlı sancağı olan Livno’da sadece taş sokaklara değil, doğanın sır gibi sakladığı yılkı atlarının izine de rastlanıyormuş. Moğolistan ve İzlanda ile birlikte dünyada özgür at sürülerine ev sahipliği yapan nadir yerlerden biriymiş üstelik burası. “Livno’nun yılkı atları”, kurumuş göllerin hüznü, çamlık tepelerin kokusu ve yeşilin her tonuyla bir yolculuktan çok fazlası.  

Gecenin pirinden süzülen hüzün mü daha ağır basar, yoksa ilk ‘merhaba’nın içinde gizlenen vedalar mı? Hangi kelime, vuslatsız bir gecenin suskun feryadını taşıyabilir? Bu içli yolculukta, rüzgârın fısıltısında kaybolan sözlere, yıldızlara yüklenen dualara ve fezanın sessiz tanıklığına kulak verme vakti şimdi. Toprağın tenine serpilen yağmurdan, yıldızların gözlerinde yanan hasrete kadar bir yolculuk sanki “yaşamak.” Belki de her elveda, içinde saklı bir vuslattır; hatırlamak gerek sadece.

Suyun gönlünde bir niyaz gibi açan bu karanfiller, hangi ilhamın izini sürüyor dersiniz? Her renk, kalpten kâğıda dökülen sır değil mi, tıpkı bir “renkli rüya” gibi? Hatırlamak mümkün mü geçmişin kokusunu bir karanfilde? Zaman donmuş, renkler akmayı unutmuş ve su, kendini bir çiçeğe bırakmış. Âdeta renk, biçime âşık olmuş da bu aşkın adı “ebru” olmuş. 

Biz de bu zarif ebru görselinin içimizde uyandırdığı tertemiz duygularla 43. sayımızın ortaya çıkmasında emeği geçen bütün yazarlarımıza, şairlerimize, sanatçılarımıza ve yayın kurulumuza teşekkür ederiz. Sonuçta mayıs, yeşilin asaleti ve güneşin sıcaklığıyla içimize bir şeyler fısıldıyor: “Bekleyen her şey çiçek açar.” “Kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın.” İyi okumalar.

Sağlıcakla kalın!