(Güvenin Parçalanmış Aynasında Kendini İnşa Etmek)

İnsan, bazen kalabalıkların ortasında sessizce savrulurken, birden kendini ıssız bir adaya dönüşmüş gibi hisseder. Gürültü hâlâ kulaklarında çınlar ama sesler bir uğultuya dönüşmüştür. Kahkahalar vardır belki çevresinde ama yüreğine dokunmazlar, tıpkı uzak bir kıyıya vuran dalgalar gibi gelir ve geçerler. O an insan, kendini en kalabalık yerlerde bile yapayalnız bulabilir.

Bu Yalnızlık Nereden Doğar?

Yalnızlık, çoğu zaman bir yokluğun değil, bir fazlalığın eseridir. Fazla yaraların, fazla hayal kırıklıklarının, fazla güvensizliklerin… İnsan defalarca incinmişse, artık sözcüklerin ardına saklanmış niyetleri ayırt etmeye başlar. Bir zamanlar güvenle açtığı kalbini usulca kapatır çünkü artık bilir ki her dostça el, iyileştirmek için uzanmaz. Böylece yalnızlık başlar, insanın içine doğru derin bir yolculuk…

Yalnızlık, sandığımız gibi sadece sessizlik değildir. Bazen insan, en kalabalık caddelerde yürürken bile içinde yankılanan sorularla baş başa kalır: “Neden hep ben?”, “Bir daha güvenebilir miyim?” ya da belki en derini: “Yeniden sevebilir miyim?” Bu sorular bir yük gibi omzuna çökerken, insanın ruhu ağırlaşır. Ve fark eder ki asıl yorgunluk, bedeninde değil kalbindedir. Çünkü defalarca güvenip kırılmak, insanı yormaz mı? Defalarca incinmek, insanı derin bir sessizliğe sürüklemez mi?

İşte tam da burada, yalnızlığın asıl yüzü belirir. Çünkü insan yalnız kaldığında, maskeler düşer. Kimseye güçlü görünme derdi kalmaz. Kalabalıkların içinde takındığı o yapay gülümsemeler silinir yüzünden. Bir başına kaldığında ilk kez kendi sesini duymaya başlar. O ses, bazen fısıltı gibi çıkar bazen de içini delen bir çığlık olur ama her hâlükârda gerçektir.

Dervişlerin yıllar süren inzivaları, belki de bu iç sesi duymak içindir. Dünyanın karmaşasından sıyrılıp kalbinin en dip köşelerinde yankılanan o hakikati duymak… Çünkü en büyük soruların cevapları dışarıda değil içeridedir. Yalnızlık, insanı bazen kendinden bile sakladığı o çatlaklarla yüzleştirir. Ve belki de en zor olan budur: Kendi kırıklıklarına bakmak.

Kırıklar Her Zaman Bir Kusur mudur?

Japonların Kintsugi felsefesini bilirsin; kırılan seramikleri altınla doldurarak onarırlar. Her çatlak, kusur olmaktan çıkar ve o parçayı daha değerli kılar. Belki de insan da böyledir. Her kırık, her yara, her iz… Onlar insanı eksiltmez, aksine zenginleştirir. Kırıklarını kabul eden biri, başkalarının kusurlarını da bağışlamayı öğrenir. Çünkü kendi kırıklarını onaran bir kalp, merhameti daha iyi bilir.

Mevlana der ki: “Dert, insanı Hakk’a götüren bir kılavuzdur.” Yalnızlık da işte böyledir. İlk başta ağır gelir, boğar insanı ama sonunda onun içini arındırır. Kendiyle barışmayı öğretir ve belki de en önemlisi güvenmeyi, yeniden öğrenmeyi… Fakat bu kez körü körüne değil, bilinçli bir seçimle. Kimi sevip kime güveneceğini bilerek… Bazen de sadece Allah’a dayanarak.

Çünkü insana en çok huzur veren şey, bir başına kaldığında bile yalnız olmadığını bilmektir. O sessizliğin ortasında, bir duanın içinden fısıldanan şu kelimeleri duyabilmek: “Ben sana senden daha yakınım.”

Yalnızlık, bir eksiklik değil; insanın kendini bulma yolculuğudur. Tıpkı derin bir kuyunun dibine inmek gibi… Karanlıktan başta korkar insan ama dibe vardığında fark eder ki orada en berrak su saklıdır.

Belki de sonunda insan şunu anlar: Yalnızlık, kaçınılması gereken bir hâl değil; ruhun yeniden nefes alabilmesi için ihtiyaç duyduğu bir mola… Çünkü bazen yalnızca sessizliğin ortasında, kalbin gerçek sesini duyabilirsin. Ve o ses sana der ki: “Kırıldın, evet ama işte tam burada, yeniden inşa ediliyorsun.”