Çoğu insanın aksine mezarlıklar beni korkutmaz. Ne yolum düşüp yanından geçerken ürperirim ne de hızlı adımlarla bir an önce uzaklaşmaya çalışırım. Aksine bazen kestirme yollar barındırdığından içinden geçtiğim çok olmuştur.
Çocukluğumun büyük kısmı mezarlığa komşu bir evde geçti. Ufacık bir çocukken, kardeşimle kaldığımız odanın camı doğrudan mezarlığa bakardı. Gerçi o zamanlar doğru dürüst sokak aydınlatması olmadığından gece çöküp karanlık etrafta kol gezmeye başladığında, mezarlığı görmek imkânsızdı ama yine de bilirdiniz işte: Orası mezarlıktı ve ölüler orada uyurdu.
Gündüzlere gelince, şimdiki çocukların aksine oynayacağımız bir parkımız yoktu. Evimizin bulunduğu dar sokakta top oynamak bazı yaşlı, aksi teyzeler yüzünden zor olduğundan biz de mezarlığın önünden geçen caddede oynardık. O zamanlar çok sık geçmeyen arabalar, arada bir maçımızı bölse de mezarlık önü bizim oyun alanımızdı.
Bazen maç yaparken, ayağının dümenini ayarlayamayan arkadaşlar yüzünden top mezarlığa kaçardı. İşte o zaman işin rengi değişirdi. Er meydanında caka satan nice yiğitler, iş topu mezarlıktan almaya gelince su koyuverirdi. Bahaneler çok da değişmezdi: Duvar yüksek, ben atlayamam; anneme söz verdim mezarlığa girmeyeceğim diye; baldırım çekiyor, inerken zıplayamam ve daha neler neler… Aslında bu gibi durumlarda tüm çocukların bildiği o yazılı olmayan kural bellidir: Topu atan alır. Atanın alamadığı durumlarda genelde ben devreye girerdim.
Önce çok önemli bir iş yapacak olmanın havasıyla horoz gibi kabarır, bakışlarımı bu korkak güruhun üstünde kısa bir süre gezdirir, sonra da kendinden emin bir şekilde, yer yer sallanan Allah’a emanet mezarlık duvarına sıçrayıp karşı tarafa atlayıverirdim. Duvara yakın mezarların arasından topu bulup bir tekmede caddeye yolladıktan sonra sıra en sevdiğim işe gelirdi: Mezar taşlarını okumak.
Evet, size garip gelse de bu durum bende âdeta hobiye dönüşmüştü. Mezarlığı çevreleyen duvar boyunca ne kadar mezar sıralıysa hepsini ezbere bilirdim. Ad, soyadı, doğum ve ölüm tarihleri, kimde “Hüvelbaki” yazar kimde yazmaz, kimin mezar taşı mermer, kimin sadece basit bir tahtadan ibaret, kimin mezarında ağaç dikili, kiminkinde güller var hatta mezar taşına yazılan bir iki dize varsa onlara kadar. Benimki garip bir hobiydi ama bu sayede o insanlarla aramda sanki bir bağ varmış gibi hissederdim.
Bu mezarlarda yatanlardan hiçbirini tanımazdım, biri hariç. Caddenin başına doğru, duvara en yakın noktada, “el kadar” derler ya, işte o kadar küçük bir mezar vardı. “Alemdar Aile Mezarlığı” yazan, heybetli üç mermer mezar taşının yanında, uzun bir servi ağacının gölgelediği küçük bir tümsekti bu. Henüz tazeydi toprağı, diğerleri gibi sertleşip kararmamıştı. Mezar, belli olsun diye etrafı küçük taşlarla çevrilmişti. Başında bir mezar taşı da yoktu; onun yerine sadece küçük, üçgen bir tahta parçası vardı; üstünde de bir isim, sanki kömürle yazılmış gibi kara ve silik: Memed.
Tahtaya bu ismi kim yazmıştı, neden Mehmet değil de Memed yazılmıştı, o günlerde çocuk aklıyla hiç düşünmemiştim. Zaten o hepimiz için Memed’di yani ortada yanlış yazılan bir şey yoktu bizim için. Tahtada başka da bir bilgi yoktu Memed hakkında; ne zaman doğmuş, ne zaman ölmüş hatta soyadı bile yoktu ama ben bilirdim kim olduğunu çünkü Memed, bizim komşumuz Haydar amcanın yedi çocuğunun en küçüğüydü. Altı kızın ardından sanki göklerden bir hediye gibi gelmiş ve eve bir güneş gibi doğmuştu. Sıvasız duvarları, boyası yer yer dökülmüş kırmızı kapısı ve nadiren duman tüten yıkıldı yıkılacak bacasıyla iki odalı bu gariban eve neşe getirmişti Memed.
Kıpkırmızı yanakları, burnunda daima aktı akacak bir sümük; kısa, kirli ve küçülmüş kazağının altından görünen şirin bir göbek; babası tarafından kör bir makasla kötü kesilmiş, alelade, kısacık saçlarıyla tombik bir neşe kaynağıydı Memed. Evin fakirliği herkesçe bilindiğinden Memed, her gün bir komşuda yemek yer, çocuklarla oynar ve sonra eve giderdi. İşte o günlerden birinde saklambaç oynarken yandaki inşaata saklanmış, sonra da ikinci kattan düşüp ağır yaralanmıştı. Hayata zaten mağlup başlayan bu yavrunun direnci de kendi kadar küçük olmuş ve iki gün sonra cennete kanatlanmıştı.
İşte bizim kaçak top ne zaman Memed’in mezarına doğru yollansa bunu bir fırsat bilir, topu aşağıda sabırsızlıkla bekleyen arkadaşlara gönderdikten sonra mezarda bitmeye başlayan otları çabucak temizleyip bir de ruhuna hızlıca Fatiha gönderdikten sonra oyuna geri dönerdim.
İlkokulu bitirmeden mezarlık dekorlu evden taşınınca bir daha uğramak nasip olmadı mahalleye. Zamanla hatıralar bulanıklaştı, bir zaman sonra da kayboldu gitti. Ne aklımda mezar taşları kaldı ne de üzerindeki isimler; sadece o küçük, etrafı taşlarla çevrilmiş, minik tümsek ve orada yatan sevimli çocuk: Memed…
Şimdilerde yaşadığım bu gurbette mezarlıklar yalnız ve kimsesiz. Ne geçerken bir Fatiha okuyan var ruhlarına ne de etrafta koşturan çocukların sesleri… Bir ziyaretçileri var mı, o bile şüpheli… Şimdi aklıma takıldı; acaba hiç merak etmiş midir Memed beni, nerede kaldı, hiç uğramadı yıllardır diye? Mezarı hâlâ duruyor mu aynı yerde, yine o gariban tahta başında mı, hâlâ tek kelime mi yazıyor o tahtada kara ve silik harflerle, yoksa bir mezar taşı oldu mu mermerden? Bir döneyim memlekete söz, gidip bakacağım Memed’e, birikmiş Fatihalar ile…