Değerli Okurlarımız,

Sonbaharın ilk rüzgârı kelimelerin saçlarını dağıtırken, Helezon da eylül sayısıyla birlikte yeni bir edebiyat yolculuğuna kapı aralıyor. Unutmayın ki bu seyirde bazı satırlar, serin bir gölge gibi huzur dağıtırken bazıları da güneşin altın tozu gibi parlayacak. Mısralar, kâh bir yaprak misali avuçlarınıza düşecek kâh uzaklarda gökkuşağı olup tebessümler yağdıracak. Siz de mana kıvrımlarında yol alırken belki kaybolacak belki de kendinizi yeniden bulacaksınız. Öyleyse edebiyatın engin sularında kendi yansımalarınızı görmeye ve söz diyarının güzelliklerine doğru yelken açmaya hazır mısınız? 

Yeni sayımızın ilk durağı, “Zaman ve Aytmatov” başlıklı çeviri makale. Cengiz Aytmatov’un, zamanın daralan koridorlarında yankılanan Kıyamet romanı, insana yaşamakta olduğu anla birlikte geçmişle geleceği âdeta tek solukta gösteriyor. Aytmatov’un kahramanları, Goethe’nin; “Bir göz açıp kapama anını sonsuzluğa dönüştürmek yalnızca insana özgüdür.” sözü ve Çaadayev’in “Dün ile yarının bağlantısını kurma yolunu bulamayan insan, kendini kaybedip evrende kaybolmaya mahkûmdur.” uyarısı eşliğinde, yaklaşan felaketin gölgesinde zamanın ruhunu hissettiriyor. Eser, bir nehrin taşkın çağlayanı gibi hem insan ruhunun derinliklerine hem de evrenin uçsuz bucaksızlığına doğru akarken, asıl olanın tek bir anın sonsuzluğa dönüşmesi olduğunu hatırlatıyor. 

Şiir sayfalarımıza adını yazdıran ilk eser, “yeni başlangıçlar durağı”. Ayrılığın ardından göz kırpan kavuşmayı dile getiren şiir, eylül imgesiyle de kaybedilen vuslatın yeniden çağrısını yapıyor. Hatıralar yaprak yaprak süzülürken, özlemle beklenen kavuşma ise hem bir veda hem de yeni başlangıçların eşiği olarak beliriyor. Ve gel ile gelme arasındaki o kırılgan durak, insanın kalbine bir yandan ayrılığın sızısını bir yandan da kavuşma umudunu bırakıyor.

Ayın biyografi köşesi, “divan edebiyatında bir üstad-ı âzam” olan ve edebiyatı çeşnicilikten kurtarıp metin şerhi ile yani divan şiirini yeni bir tarzda değerlendirmesiyle öne çıkan Ali Nihat Tarlan’a hasrediliyor. Yazının satır aralarında onun, Leyla ile Mecnun’dan Şeyhî Divanı’na, İran edebiyatından Fransız romantiklerine uzanan geniş ufku ile metin şerhi usulünü bir ekole dönüştürmesi dikkat çekiyor. Vefa İdadisi’nden Darülfünun’a, oradan profesörlüğe uzanan yolculuğunda daima hoca olan ve talebelerini klasik şiirin kapılarını modern bir anlayışla açmaya çağıran Tarlan, ömrünün sonunda dahi yeni çalışmalarıyla onların arasında bulunarak hocalığın mezarda bittiği düsturunu, âdeta yaşam tarzıyla ortaya koyuyor.  

Küçücük bir defne yaprağı, gurbetin kül rengi göğünün altında, dün ile bugün arasında bir köprü kurabilir mi? Güzel bir hatıra örneği olan “Defne Kokusu”, zamanı delip geçerek çocukluğun ceviz ağaçlarının gölgesine ve ak saçlı bir dedenin avuçlarında ezilen defne yapraklarına alıp götürüyor hepimizi. Sonunda özlemin hakikatine dair son derece zarif bir tespit ortaya koyuyor: Memleket, insana bazen yolculukla değil burnumuza sinen bir kokuyla geri gelir.

Zamanın ağırlığı ve faniliğin sessizliği karşısında benliğin kırılışı, “faz”da zengin bir nazım diliyle işleniyor. Şiirde ölüm, yalın ve tavizsiz bir hakikat olarak betimlenirken insanın direnişi de hazanla yüzleşen bir gül gibi ürkek biçimde resmediliyor. Hayat ise kimi zaman çöl ile sahrada, kimi zaman da gölge ile ışık arasında savrulan; hem küskün hem arayış içinde bir yolculuk olarak dillendiriliyor. Peki, zamanın taş kesilmiş yükü altında ezilen ruh, gerçekten varlığını mı yitiriyor yoksa yeni bir sükûnet otağı mı kuruyor kendine? Bunun cevabını şiirin imge dünyasında aramaya ne dersiniz?

İnsan, bazen yürüyerek değil durarak varır menzile. İçe çekilmiş bakışı, kendine özgü vakarı ve eğilmeyen omuz çizgisiyle. Deneme türündeki “bir sükûtun direnişi”; insanın, tıpkı sarsılsa da devrilmeyen ağaç gibi zamana karşı direnişini anlatıyor. Herkes koşarken yönünü sabit tutmak, kalabalıkların akışına kapılmadan durmak, âlemin konuştuğu yerde susmak, susarken eksilmeyip derinleşmek… İşte yazar, tam burada başlatıyor insanın içe doğru yolculuğunu ve sonunda altın formülünü veriyor: Değişmeyen öz, bozulmayan niyet, savrulmayan vicdan… Ruhun toprağa bıraktığı silinmez ve unutulmaz iz de bu olsa gerek. 

Suskun çınarların, kırık pusulaların ve sözcüklerden örülmüş nehirlerin kıyısında kaybolur mu insan? Yoksa geceye alışanlar için, yıldızsız göklerde dahi yön bulunabilir mi? Zamanı yitirmiş bir şehrin harabelerinde boş çerçeveler, kırık plaklar ve sessiz ağıtlarla dolaşan bir ruhun yolculuğu; “kırık saatler ülkesinde” kendine yer buluyor. Güzün ilk ayına damgasını vuran bu şiir, belki de her adımda biraz yok olup biraz var olmanın kırılgan dengesi.

Küçük bir çocuğun yüreğinde açılan annesizlik yarası; “sonsuz” adlı dokunaklı hikâyede, suskun evlerin ve gri sokakların içinden geçerek eski bir çeşmenin taşlarında, hayal ile hakikat arasında yankı buluyor. Çeşme, kaybın acısını paralel bir evrene ya da özlemin düşsel bir aynasına dönüştürürken orada hem geçmişin gölgeleri hem de geleceğin ihtimalleri zuhur ediyor. Çocuk, sonunda gerçekte olmayan bir kapıya yaslanarak annesinin kokusunu taşıyan o sonsuzluğa belki dokunabilmek belki de kaybolmadan yaşayabilmek için bir umudun peşine düşüyor. 

Belki düşlerdir elimizden tutan belki de biz tutarız onların elinden. Kimi zaman göğe savurur hayaller yüreğimizi, kimi zaman da derin kuyuların dibine indirir. Zamanın tozlu hüzmelerinden süzülen “akrobatik düşler”, gölgelerle ışığın, hüzünle umudun kıyısında ve dizelerle örülü rüyaların ince ipinde yürüyor. Gazel musikisini modern bir kırılmaya yaslayarak hem geçmişin sesini hem de bugünün sancısını taşıyan şiir, sonunda şu soruya düğümleniyor: Acaba düşler, hangi ellerde gerçeğe tutunur? 

Geçmişte bırakıldığı yerde, hep öylece kalan bir kimse var mıdır acaba? İnsan, durağan bir varlık değildir esasen; büyür, dönüşür ve kimi zaman kendine bile yabancılaşır. “Söylenemeyenle yaşamak”, insanın yakın çevresinde yaşadığı yalnızlık serüvenini, bir deneme tarzıyla dile getiriyor. Gerçek gurbetin, yerinden yurdundan uzaklarda yaşamak değil de insanın, bildik ve tanıdık kimseler tarafından anlaşılamamak olduğunun altını çiziyor. Peki, sonucu ne oluyor? Sözcükler kadar yalnızlık… Ta ki aklına şu itiraf düşünceye kadar: “Ben, o gün orada, kendime anlatmaya çalışmıştım kim olduğumu.”

Eylül sayısının arka kapak görseli olarak seçilen “Hû” adlı hat çalışması, zamanın geçiciliğini ve varlığın sırlarını sessiz bir haykırışla yansıtıyor. Bu sükûnetin ortasında, Ne zaman bâki ne hazan bâki manasındaki meşhur mısra, insan ömrünü mevsimlerin döngüsünde eritirken nazarları sonsuz olana doğru yöneltiyor. Siyah ve kırmızının ahengine göre dizilen zarif harfler ise âdeta zamansız bir şiire dönüşüyor. 

Sonuç olarak Helezon’un 47. sayısı, sonbaharın eşiğinde, kalplerde unutulmaz izler bırakacağa benziyor. Biz de bu duygularla bütün yazar, şair ve sanatçılarımıza; emeği geçen yayın ekibimize çok teşekkür ederiz. Siz değerli okurlarımızı ise şu manzum arzunun eşliğinde, sözcüklerin sarmal dünyasında yürümeye davet ediyoruz: Dökülsün hüzünleriniz usul usul, ilk deminde hazanın. Yeni eserlerle, yepyeni bir Helezon sayısında buluşmak dileğiyle. İyi okumalar.

Sağlıcakla kalın!