TÜRKÇENİN İZİNİ SÜRENLER – 7
Genç Bir Yazarın Yol Arkadaşı: Türkçe
Zebunniso Asrorova Kimdir?

Tacikistan’da dünyaya gelen Zebunniso Asrorova, genç bir yazar ve eğitimcidir. Farklı ülkelerde eğitim alan Zebunniso Hanım, çocukluğundan bu yana kitaplara ve dillere büyük bir ilgi duyar. Bu yoğun ilgi, onu hem öğretmenliğe hem de yazarlığa yönlendirir. Diller, hayatında hep köprü işlevi görür. Fakat Türkçe, onun için bir dil olmanın yanı sıra, iç sesini keşfettiği alan hâline gelir. Diğer taraftan fotoğraf çekmek, resim yapmak, seyahat etmek ve çeşitli türlerde yazılar kaleme almak gibi kendisine günlük yaşamında ilham veren hobiler kazanır. Hâlen Amerika’da yaşayan ve eğitim alanında çalışan genç yazarımız, çeşitli kültürler arasında edindiği birikimini, hem öğrencileriyle hem de yazılarıyla paylaşmaya devam ediyor.
Seher SAĞLAM: Sevgili Zebunniso! Seni, senin sözlerinle okurlarımıza kısaca tanıtmak isteriz. Biraz kendinden bahsedebilir misin?
Zebunniso ASROROVA: Elbette. Tacikistan’da doğdum. Lisans eğitimimi sınıf öğretmenliği üzerine tamamladıktan sonra yüksek lisans için Avrupa’ya taşındım ve orada uluslararası ilişkiler alanında eğitim aldım. Şu an Amerika’da yaşıyor ve eğitim alanında çalışıyorum. Küçük yaşlardan itibaren kitaplara duyduğum ilgi, önce edebiyata, ardından da yeni dillere yöneltti beni. Farklı coğrafyalarda yaşadıkça çok dilli bir kimlik geliştirdim; Türkçe ile kurduğum bağ ise zamanla yazıya dönüştü. Başlangıçta benim için sadece öğrenme dili olan Türkçe, zamanla duygularımı en rahat ifade edebildiğim yazı diline dönüştü. Bu süreçte kendimi keşfederken, yazmanın hayatımdaki yerini de yeniden tanımladım. Hâlâ kendimi bir amatör olarak görsem de yazmak, benim için hem içsel bir alan oluşturma biçimi hem de kültürler arasında anlam kurma çabası. Bu yolculuk, yazdıklarımda aidiyet, göç ve dil gibi temaların doğal biçimde öne çıkmasına neden oldu.

S.S: Türkçe ile kurduğun bağın zamanla yazıya dönüşmesi gerçekten çok anlamlı. Peki, Türkçeyi öğrenmeye ne zaman ve nasıl karar verdin?
Z.A: Türkçeye olan merakım küçük yaşlarda başladı. Hâlâ hatırlıyorum. İlkokul ikinci sınıftayken, akşamları, ailecek Türk dizileri izlerdik. Tabii ki bu diziler, ya Rusça ya da Özbekçe dublajlı olurdu. O zamanlarda dublajın arkasındaki orijinal sesi ve dili yakalamak, benim için çok eğlenceli bir uğraştı. “Bu dili ne yapıp yapıp öğreneceğim!” dediğim zaman, işte o dizileri izlerken başladı. Türk kültürü ve sanatı, beni o dönemlerden itibaren etkilemişti. Ortaokul yıllarımda Duşanbe Üstün Yetenekliler Lisesi sınavına girdim ve kazandım. Böylece ailecek Duşanbe’ye taşındık. Okulumuz çok dilli bir eğitim veriyordu. Seçmeli diller arasındaki ilk tercihimi Türkçe olarak yaptım; bu sayede Türkçeyi, daha ciddi ve sistemli şekilde öğrenmeye başlamış oldum.
S.S: Türk dilini ilk öğrenmeye başladığında yapı ve şekil bakımından seni zorlayan bir konu oldu mu?
Z.A: Türkçeyi öğrenmek benim için zorlu bir süreç olmadı. Bunun birkaç nedeni vardı. Her şeyden önce, bu dili öğrenmeyi çok istiyordum hatta çocukluğumdan beri Türkçeyi öğrenme hayali kuruyordum. Ayrıca daha önce de belirttiğim gibi Türk kültürü ve sanatıyla erken yaşta tanışmış, çok etkilenmiştim. Bir başka etken, Türkçenin benim öğrendiğim dördüncü yabancı dil oluşuydu; bu yüzden öğrenme sürecim hızlı ilerledi.
Yine unutamadığım iki nokta vardı ki beni zaman zaman zorladı. İlki, anlatım bozukluklarını kavramakta yaşadığım güçlüklerdi. İkincisi ise Tacikçenin ana dilim olmasından kaynaklanıyordu. Bundan dolayı Farsça kökenli ortak kelimeleri Türkçe telaffuz etmekte ve konuşmakta zorlanıyordum.
S.S: Senin de bildiğin gibi Türk dilinin uzun bir geçmişi var. Türkçe, yüzyıllarca devam eden bir süreçten sonra bu seviyeye geldi. Buna göre Türk dilinin seni en çok etkileyen yönü nedir?
Z.A: Bana göre Türkiye Türkçesi, Türk dilleri arasında en zarif ve melodik olanıdır. Özbek ve Kırgız arkadaşlarım konuşurken de benzer bir ahengi yakalıyorum ama Türkçenin kulağa yansıyan o özel tınısı çok farklı. Bunun sebebini, Türkçenin çok kültürlülükten beslenen yapısında buluyorum. Mesela “mihmandar” kelimesi, hem şaşırtıcı derecede yabancı duruyor hem de dilin içinde hiç sırıtmadan yerini alıyor. Bu çelişkili ama büyüleyici uyum, beni Türkçeye hayran bırakan özelliklerin başında geliyor.

Türk dilinin beni etkileyen bir diğer yönü ise öğrenmeye çok açık ve sistemli bir dil olması. Şimdiye dek öğrendiğim yabancı diller arasında, gramer kuralları bakımından beni en az zorlayan dil Türkçe oldu. Bu nedenle Türkçeyi, her zaman “mantıklı ve tutarlı bir dil” olarak görüyorum.
S.S: Senin de çok güzel bir şekilde ifade ettiğin gibi böylesine zarif ve ahenkli Türkçemizin edebiyatı da o ölçüde kapsamlı ve kıymetli. “Bu denli zengin yelpaze içerisinde, Türk edebiyatında en çok etkilendiğin yazar ve şairler kimlerdir? Özellikle sana tesir eden yönleri ya da eserleri nelerdir?” diye sorsam ne dersin?
Z.A: Doğrusu “en” ile başlayan sorular her zaman beni zorlamıştır. Türk edebiyatı öylesine zengin ki içinden yalnızca birkaç isim seçmek, insanda diğerlerine karşı haksızlık yapıyormuş gibi bir his bırakıyor. Yine de elimden geldiğince adil bir cevap vermeye çalışayım.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Ali ve Orhan Pamuk’un kalemleri, bende derin izler bıraktı. Özellikle Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sı, defalarca okuduğum ve her seferinde yeniden etkilendiğim bir eser oldu. Tanpınar’ın eserlerinde zamanın; geçmişin ve bugünün iç içe geçtiği o atmosfer, beni hep büyülemiştir. Orhan Pamuk’u da ayrıca seviyorum. “Masumiyet Müzesi”ni okuduktan sonra “Bir gün gerçekten o müzeyi ziyaret etmeliyim!” diye düşündüm ve bu niyetimi gerçekleştirdim. “Benim Adım Kırmızı” ise farklı anlatım stratejisi ve yazım sürecindeki titizliğiyle beni hayrete düşürdü.
Şiir tarafında ise Yunus Emre’nin, sade bir Türkçe ile insan sevgisini ve tasavvufi derinliği dile getirişi; Cemal Süreya’nın duygu yoğunluğu ve dili işleyişindeki inceliği; Zülfü Livaneli’nin de hem yazınsal hem sanatsal üretimi beni çok etkilemiştir.
S.S: Şimdiye kadar Türk dilinin öğrenim sürecine, kendine mahsus yönlerine ve edebiyat dünyasına değinmeye çalıştık. Bu aşamada Türkçenin yabancı dil olarak öğretilmesi konusunda ne düşünüyorsun?

Z.A: Türk dili, öğrenilmesi ve öğretilmesi zor bir dil midir? Türkçe ile olan serüvenim, daha önce de değindiğim gibi başından itibaren büyüleyici keşiflerle doluydu fakat zorlu değildi benim için. Bence Türkçe, ilk başta karmaşık görünen ama keşfedince melodik ahenk kazanan bir tını gibi.
Türkçe, gramer açısından disiplinli hatta katı diyebileceğimiz bir yapıya sahip. İşte bu düzenliliği sayesinde, öğrenme süreci rayına oturduğunda insana güven veriyor ve -tabiri caizse- kalbini açıyor. Türk dilinin eklemeli yapısı, her yeni sözcüğü bir yapboz parçası gibi kurma imkânı tanıyor. Örneğin Lehçe gibi sürprizli bir dil değil. O yapboz parçaların ait oldukları yerler belirlidir her zaman. Dolayısıyla Türkçeyi, öğrenme gibi öğretme aşaması için de “zor bir dil” olarak tanımlamakta zorlanıyorum.
S.S: Bu dikkatli yaklaşımlarından sonra Türk dilinin zenginliği, anlatım gücü ve söz varlığı hakkındaki düşünceni de merak ediyorum. Bu konuda neler paylaşmak istersin?
Z.A: Ben, Türk dilini melez çocukların kültür zenginliğine benzetiyorum. Maruz kaldığı tüm kültürlerden kendine bir parça edinerek sonunda tamamlanmış ve artık başka dokunuşa ihtiyacı olmayan bir tablo gibi. Daha önce de biraz bahsettiğim gibi şu konuda hep hayretler içinde kalıyorum: Aynı cümlede hem has Türkçe hem Farsça hem de Fransızca kelimeler, nasıl olur da zengin bir ahenk içinde olurlar?
S.S: Yine çok güzel bir cevap doğrusu. Türk dilini küçük yaşta ve iyi seviyede öğrenmiş biri olduğun için burada şu soruyu sormadan geçmek istemem: Türkçeyi yeni öğrenenlere neler tavsiye edersin?
Z.A: Açıkçası tavsiye vermek konusunda kendimi çok iddialı görmüyorum çünkü herkesin öğrenme serüveni kendine özgü ve şahsi bir yolculuktur. Yine de bir şey söylemem gerekirse şunu demek isterim: Öğrenmek istediğiniz dile inanarak yaklaşın; gerek Türkçe gerek de dünyanın herhangi bir dili olsun. O dili öğrenmek için duyduğunuz merak ve içsel motivasyon, size rehberlik edecek en büyük kaynak olacaktır.

Dil öğrenme sürecinde hız ya da yöntem herkes için farklıdır; önemli olan, bu farklılıkların sizi umutsuzluğa sürüklememesidir. Kendi ritminize güvenin. Bir dili öğrenmek, sadece kelimelerle sınırlı değildir; aynı zamanda yeni bir kültürü, yaşam biçimini ve bakış açısını da edinmektir. İşte bu yüzden her öğrenme adımını, kişisel bir keşif gibi görmek gerekir.
S.S: Yeni bir kültür ve yaşam tarzı deyince aklıma gelen ve cevabını merak ettiğim bir soru var: Türk dili, edebiyatı ve kültürü Tacikistan’da yeterince tanınıyor mu? Bu konuda şimdiye kadar gözlemlerin neler oldu?
Z.A: Bana göre Tacikler, Türk kültürünü Türk dizilerinden öğreniyorlar. Söylemeden geçemeyeceğim, Türk dizileri senelerdir Tacikistan’da çokça rağbet görüyor. Aynı zamanda Türkçe şarkılar, gençler tarafından çok dinleniyor. Fakat Türk dili ve edebiyatı hakkında aynı şekilde düşünmüyorum. Bunun sebebi de Tacikistan’da daha çok Tacik ve Rus yazarların eserlerinin okunması olmalı.
S.S: Türk kültüründen seni etkileyen ya da hayatında iz bırakan ayrıcalıklar oldu mu? Olduysa bizimle paylaşabilir misin?
Z.A: Türk kahvesinin hazırlanışındaki bütün seremoni ve ona yüklenen anlamlar, beni çok etkilemişti. Özellikle de “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” sözünü ilk duyduğumda bana çok özgün gelmişti. Bugün belki klişe sayılabilir ama o zaman içindeki inceliği fark etmek, benim için özel bir keşifti.
Türk kahvaltısı ise benim için bambaşka bir deneyim oldu. Kültürel anlamda küçük bir şok gibiydi ama en güzelinden… Hiçbir kültürün kahvaltısı, Türk kahvaltısının yerini dolduramaz diye düşünüyorum. Zeytini, peyniri, reçeli, menemenin kokusu… Elbette kahvaltıda patates kızartması, domates ve salatalık olmadan da olmaz. Allah aşkına, başka hangi kültürde kahvaltıya patates kızartması koyarlar?
S.S: Türk kahvesine ve kahvaltısına harika bir bakış açısı gerçekten. Kendi adıma cevabın karşısında mest olduğumu söyleyebilirim. Bu duygular içinde biraz da senin kalemin hakkında konuşalım istiyorum. Türkçe yazdığın ve Helezon dergisinde de yayımlanmış şiir, düzyazı ve görsel eserlerin olduğunu biliyoruz. Bu çalışmalarından ve hangi türlerde olduğundan biraz bahseder misin?

Z.A: Daha önce de belirttiğim gibi Türkçe kendiliğinden yazı dilim oldu. Bu yüzden kaleme aldığım tüm metinlerimi Türkçe yazıyorum. Yazarken kendimi belli bir türün sınırına hapsetmemeye özen gösteririm; daha çok içimden geldiği gibi yazarım. Zamanla metinlerin kendi türünü bulmasına izin veririm. Yine de şimdiye kadar ortaya çıkan yazılarımın ağırlığı deneme, hatıra ve serbest şiir türünde oldu.
S.S: Yabancı dilde yazmak, gerçekten kolay bir süreç değil; doğrusu takdire şayan bir yetenek. Bu çalışmalarını ben de yakından takip ettim ve beğenerek okudum. Zannediyorum ki okurlarımız da senin çalışmalarından haberdardır. Bu eserlerinde en çok üzerinde durduğun konuları okurlarımıza hatırlatmak ister misin?
Z.A: Yazılarımda, aslında hep aynı damarın etrafında dolaşıyorum: Çok kültürlülük, aidiyet duygusu, iç huzur, zamanın izleriyle dokunmuş hatıralar… Örnek vermem gerekirse; “Aidiyet” yazımda, bir kelimenin insanı nasıl hem özgür bırakabildiğini hem de paramparça edebildiğini anlattım.
“Araf” şiirimde, bekleyişin ve zamansallığın dar koridorlarında gezindim. “Beyaz Bakışlı Papatya” ise kırılganlığı ve geçmişe duyulan özlemi taşıyan daha şiirsel bir metin oldu.
Özet olarak yazılarımda, dil ile kimlik arasındaki o hassas bağı, bireyin kendi iç dünyasında ve geçmişinde izini sürdüğü ince yolları keşfetmeye odaklanıyorum. Yazmak, benim için bu izleri görünür kılmanın en içten yolu. Sonuç olarak Türkçe ile kurduğum bağ, dillerin ötesinde bir aidiyet ve ifade biçimi olarak hayatımda yerini korumaya devam ediyor.
S.S: Söyleşimizin başında da biraz değinmiştik. Sen belli bir sayıda yabancı dil biliyorsun yani poliglot bir kimliğe sahipsin. Bu diller hangileri ve ne seviyede? Türkçenin, bildiğin diğer yabancı diller arasındaki konumuna kısmen değinmiştin ama bu soru altında özellikle vurgulamak istediğin noktalar var mı?
Z.A: Açıkçası bu soru biraz ürkütücü geliyor bana. Çünkü dil dediğimiz şey, sadece bilmekle ölçülemiyor; yaşadıkça şekil değiştiriyor, bazen büyüyor bazen de unutulmaya yüz tutuyor. Günlük hayatımda aktif olarak kullandığım dört dil var: Ana dilim Tacikçe, ardından Rusça, İngilizce ve Türkçe. Polonya’da yaşadığım dönemde Lehçeyi oldukça aktif kullanıyordum fakat Amerika’ya taşındıktan sonra yavaş yavaş gölgede kaldı. Benzer şekilde, bir dönemde çok canlı olan Özbekçe ve Kırgızca da artık uzaklaşmaya başladığım diller arasında.

Türkçeye gelince… Onun yeri benim için bambaşka. Çünkü Türkçe, yalnızca öğrendiğim bir dil değil; kendimi ifade ettiğim, yazılarımı kaleme aldığım hatta düşüncelerimi bazen diğer dillerden önce biçimlendirdiğim bir dil oldu. Bu yüzden Türkçe, bildiğim diller arasında en çok özümsediğim ve bana en fazla “yol arkadaşı” olan dil diyebilirim.
S.S: “Yol arkadaşı” tabiri, bana çok özgün geldi ve dolayısıyla söyleşimizin başlığı olarak kullanmak isterim. Henüz çok genç olmana rağmen hep geçmişin ve deneyimlerin üzerine konuştuk. Biraz da geleceğe baksak olur mu? Bu bağlamda Türkçe ile ilgili ileriye yönelik projelerin var mı? Varsa biraz onlardan bahsedebilir misin?
Z.A: Ben sadece bir dil öğrencisi değilim, aynı zamanda yazıyla nefes alan biriyim. Hayatımın merkezinde şu an öğretmenlik var ve işimi İngilizce olarak yürütüyorum. Bu yüzden zaman zaman Türkçe yazıya uzak kaldığım dönemlerim oldu. Fakat içimde hep Türkçeye dönme isteği taşıdım çünkü kendimi en sahici ve en özgün biçimde bu dilde ifade edebiliyorum.
Gelecekte de yazılarımı Türkçe kaleme almaya devam etmek niyetindeyim. Türk diliyle kurduğum bağ; beni hep aidiyet, göç, kimlik ve kadın olmak meselelerine götürüyor. Muhtemelen bundan sonra da Türkçe yazılarımda yine bu temaların etrafında dolaşacağım. Çünkü bu konular, hem kişisel hem de evrensel anlamda benim yolculuğumun ayrılmaz parçaları.
S.S: Söyleşimizin sonuna doğru gelirken, genç bir yazar olarak okurlarımızla ne / neler paylaşmak istersin?
Öğrenmeye başladığınız şey ne olursa olsun, önünüze çıkan korkular gözünüzde çok büyür ama onlar, aslında o kadar da kocaman değildir. Ben, Türkçeyi öğrenirken bir gün bu dilde yazılar yazacağımı hatta kendimi en içten tarafımla Türkçe üzerinden ifade edebileceğimi hiç düşünmemiştim. Fakat bu yolculuk beni buraya getirdi.
Bir de yıllar önce ilk İngilizce öğretmenim bana, “Sen bu dili öğrenemezsin, sende ışık göremiyorum.” demişti. O öğretmenimi dinlemedim. Bugün Amerika’da İngilizce dersler veriyor ve öğrencilerime ışık olmaya çalışıyorum. İçimden de o öğretmenime sessizce göz kırpıyorum.
Sanırım söylemek istediğim şu: Kendi ışığınızı başkalarının sözlerinde değil, içinizde arayın. Çünkü bazen başkalarının görmediği ışığı, yalnızca siz taşırsınız.
S.S: Sevgili Zebunniso, vakit ayırıp bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğin için Helezon dergisi adına çok teşekkür ederim.
Z.A: Bu fırsatı verdiğiniz için ben de size ve Helezon dergisine teşekkür ederim.
Harika bir söyleşi… Kendimi bunca harikaların icinde adeta harikalar diyarında dolaşıyor gibi hissettim.
Söyleşiyi okuduğunuz, beğendiğiniz ve kıymetli yorumunuzu bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz. Sağ olun. Bizim için de çok keyifli bir söyleşiydi. Selam ve hürmetler.
Çok teşekkür ediyorum böyle güzel bir röportaj için. İnsan bambaşka bir hazine , içinde neler neler barındırıyor. İnsanın kendi yeteneklerini keşfi adı a çok başarılı bir örnek hanımefendilersiniz . Tekrar tebrik ediyorum.
İlginiz ve dikkatiniz için biz de size teşekkür ederiz Ferda Hanım. Çok naziksiniz, sağ olun. Sizin de değindiğiniz gibi söyleşiler saklı kalmış yetenekleri gün yüzüne çıkarmak için güzel bir vesile oluyor.
Harika bir söyleşi olmuş. Tebrikler ikinize de.
Çok teşekkür ederiz Raziye Hanım. Sağ olun, eksik olmayın. Söyleşiyi okumanız, beğenmeniz ve kıymetli yorumunuzu bizimle paylaşmanız bizim için mutluluk verici.