Değerli Okurlarımız,
Ekim, yaprakların sararıp döküldüğü kadar, dilin ve kalemin de en berrak sesini duyurduğu bir ay. Sararmış yaprakların ilk güz rüzgârlarıyla savruluşu, hayatın fâniliğini fısıldarken; aynı anda köklerin toprağa tutunuşunu da anımsatır. İşte zamanın yeni bir mevsime doğru adım attığı geçtiğimiz günlerde, Türkçenin en gür seslerinden biri olan Yavuz Bülent Bakiler, ebediyete uğurlandı. Onun dizelerinde gurbet, sarı bir yaprak gibi dalından kopar; vatan sevgisi ise ekim rüzgârında dirilen kökler gibi toprağa tutunurdu. Şimdi sükûnet yüklü bu günlerde, Türkçeye adanmış velut bir ömrün gür sesi, unutulmaz bir nağme olarak kulaklarımızda yankılanıyor. Biz de Helezon dergisi olarak, hem dilimizin hem de edebiyatımızın ufkunda bıraktığı bu güçlü sesi rahmet ve minnetle anıyoruz. Yeni sayımızda Bakiler’in aziz hatırasına yaraşır şekilde, Türkçenin farklı coğrafyalarda açan çiçekleriyle buluşuyoruz.
Ayın ilk durağı, “Türkçenin İzini Sürenler” projesinin, “Genç Bir Yazarın Yol Arkadaşı: Türkçe.” başlıklı yedinci röportajı. Bu söyleşimizde sizi, diller arasında köprüler kuran ve Tacikistan’dan Amerika’ya uzanan yolculuğunda Türkçeyi iç sesine dönüştüren genç bir kalemle yani Zebunniso Asrorova ile buluşturuyoruz. Aidiyetin kırılganlığını, göçün yalnızlığını ve kimliğin çok sesli zenginliğini Türk dilinin melodisiyle buluşturan genç yazarımızın nahif satırlarında, bir yandan çok dilliliğin serin rüzgârı esiyor diğer yandan Türkçenin mutena tınısı duyuluyor. “Zebunniso Asrorova ile Türkçe Üzerine Bir Söyleşi”mizde, onun sözcüklerle kurduğu köprüleri ve kültürler arasında dolaşan kalbini sizlere takdim ediyoruz.
Bu keyifli söyleşinin ardından kuzeyin sessiz yaylalarına uzanıyoruz. Norveçli şair Inger Hagerup’un, yaşamın ince dokunuşlarını lirik bir zarafetle dile getirdiği “Lykke” şiirinin mısralarında dolaşıyoruz. İbrahim Türkhan tarafından Türkçeye “Mutluluk” adıyla kazandırılmış olan şiir, ot basmış yayla yollarında yazlık elbiselerle yürüyen genç bir kızın sivrisinek ısırıklarını aldırışsız kaşıması, hayatın küçük ayrıntılarında gizlenen mutluluğun evrenselliğini gözler önüne seriyor. Şiirin her dizesi, bir papatya falındaki saflık gibi hem doğayı hem de gençlik çağının heyecanlarını incelikle yansıtıyor.
Şimdi de yüzümüzü Batı’dan Doğu’ya doğru çevirsek ve şöyle sorsak: Toplam yirmi kelimeyle engin manzaralar, derin duygular ve zamanın akışı dile getirilebilir mi? Çin şiirinin önemli şairlerinden olan Liu Changqing’in “Karla Kaplı Gece Yolu” şiiri, yalnızca yirmi sözcükle, bir yolculuğun bütün duygusal panoramasını çiziyor ve hem tabiatın hem de insanın iç dünyasının nasıl resmedilebileceğinin güzel bir örneğini sunuyor. Gün batımından kar fırtınasına uzanan kısa bir yolculuğu, yoksul bir kulübe ve eve dönen bir yolcunun imgeleriyle resmeden bu yapı, sınırlı görünmesine rağmen evrensel bir derinlik ve hayal zenginliği taşıyor. Liu Changqing’in şiiri, küçük anların ve sessiz detayların hayatta ne ölçüde değerli olduğunu hatırlatırken, coğrafyalar farklı olsa da insanın kalbinde çarpan duyguların aynı kökten beslendiğini kanıtlıyor.
Şayet diller bir çiçek tarlasıysa, bu rengârenk bahçeye kazara karışan dikenler var mıdır? Farklı milletlerin hafızasını ve duygularını taşıyan kelimeler, bazen hangi oyunu oynar da tebessüm ettiren yanlış anlaşılmalara yol açar? Aynı kökten gelen lehçeler arasında bile masum bir sözcük, nasıl olur da bir sofrada iştah kaçırır; bir uçakta yürekleri ağza getirir? “Dil Kazaları” başlıklı ve deneme tadındaki bu makale, dilin labirentlerinde karşımıza çıkan sürprizleri, tarihî örneklerden güncel anekdotlara uzanan geniş bir yelpazede ele alarak, kimi zaman güldüren kimi zaman düşündüren örneklerle önümüze seriyor.
“Güneşin Çocukları”, ışığın en ince zerresinden düşlerin sonsuzluğuna uzanan masalın kapısını aralayan bir şiir. Kelebeklere kanatlar takan çocukluğun zengin hayal gücüyle yazılmış şiirde, deniz bir tuval gibi açılırken dalgalar da birer fırça darbesi oluyor. Peki, göğe yaslanan küçük ellerle tutulan ışık, gerçekten çocukluğa mı ait; yoksa sadece karanlığın içinden ödünç alınmış bir parıltı mı? Gökkuşağının parçalanan renkleriyle oyuncak olduğu, yıldızların görünmez evlerinden süzüldüğü şiir; çocukluğun masumiyetini, hayalin sınır tanımazlığını ve ışığın gölgeyle kurduğu dengeyi hatırlatıyor. Belki de her düş, kaybolurken yeniden doğan bir renk değil midir?
İsimler, yalnızca birer ses midir; yoksa zamanın kendisiyle örülmüş birer iz mi? Bir başka açıdan doğumla birlikte verilirken, biz farkında olmadan hayatımızın ritmini belirler mi? “İsimlerimiz ve Zaman” denemesi, adlarımızın yalnızca birer ses ya da etiket olmadığını; mevsimlerden tarihî olaylara, dinî inançlardan umutlara kadar geniş bir kültür atlasını yansıttığını ortaya koyuyor. İnsanın adlarla kurduğu bağı, zamanın akışıyla buluşturan yazı, günlük hayatımızda fark etmeden yaşadığımız isimlendirme kültürüne ışık tutuyor. Sonunda mevsimlerden günün saatlerine, ayların sıradan takviminden kutsal günlere kadar, adlarımızın hangi görünmez iplerle dünyaya bağlandığını, kayda değer örneklerle ortaya koyuyor.
“Prova, Prova”, aynı şarkıları mırıldanan bir halktan, kendi buğusunu taşıyan insanlara uzanan bir şiir. Unutulmuş mektupların tozunu, kırık aynalarda çoğalan acıları ve yağmurun sürüklediği yaprakların sızısını sahneye çıkaran şiir, hafızamızın gizemli aynasını da yansıtıyor. Peki, sahneye taşınan bu ses, gerçekten bizim mi, yoksa belleğin kendini tekrarlayan yankısı mı? Dahası kapanan kapılar, açılmayan eşikler, duvar çatlaklarından bakan seyirciler… Her dize, ışığı taşların arasına sıkıştıran bir el gibi yitirilmiş anların gölgesini dokuyor. Her şeye rağmen umut, sonunda karanlık içinde titreyen bir kırıntı gibi kendi sessiz ısrarını sürdürüyor.
Bir sahil yalnızca denizi mi taşır, yoksa kalplerin derin sırlarına ve kanayan yaralarına da zaman zaman şahit mi olur? Kumsalda dalgaların sesine karışan ve uğultusuna gömülen unutulmaz anılar vardır elbette. “Hatıralar Sahili” de bir dede ile torunun gölgesinden sızan unutulmaz yaşanmışlıkları, bir şapkanın altında yeşeren sevdaları, sınırların bile engel olamadığı sarılışları dile getiriyor. Belki de asıl soru şu: Ayrılık gerçekten bir son mu, yoksa yaralarıyla bile sevilip saklanan ve iyileşmeye başlayan bir başlangıcın adı mı? Ne dersiniz?
Bu ay, içten içe büyüyen kopuşların, nefsin dizginsizliğiyle serpilen yaraların şiirlerini okuyoruz. Bu bağlamda “Argın”, insanın iç çatışmalarını gün yüzüne çıkaran bir diğer şiirimiz. Şiirin mısralarında sapı kırık tırmığın sesi, kurumuş arığın susuzluğu ve kimliğini yitirmiş kalbin sancısı, zengin bir söz varlığıyla dile getiriliyor. Her dörtlükte binlerce sıyrıkla yoğrulmuş bir kalbin kanı akıyor âdeta. “Argın”, hem kendi zamanına hem de insanın en derin çatlaklarına tutulmuş antika bir ayna gibi. İç dünyamızın çatışmalarını dile getiren şiir, çağın yaralı kimliğini de güçlü imgelerle görünür kılıyor.
Mona Roza… Tek taraflı bir aşkın kırılgan yankısı mı, Türk şiirinin yeni bir dönüm noktası mı? Sezai Karakoç’un sözcüklerinde yankılanan bu hazin serüven, Cemal Süreya’nın gölgesini de taşırken, bir genç kızın adıyla edebiyat tarihine gizlenmiş bir sırra dönüşür. Peki, aşkın karşılık bulmadığı yerde şiir, nasıl bir teselli ve zafer kaynağı olur? Sezai Karakoç’un dizelerinde saklı “hüzünlü bir aşk hikâyesi”, bir taraftan İkinci Yeni’nin estetik kapılarını aralayarak edebiyatımıza yeni bir ufuk kazandırırken; diğer taraftan Cemal Süreya’nın da aynı atmosferde yoğrulan duyguları, modern şiirimizin en parlak sayfalarını aralar. Sonuç olarak “Mona Roza”, iki büyük şairin sanatını olgunlaştırarak, Türk şiirine hem kalıcı bir eser hem de edebî bir efsane kazandırır.
Varlığın ve yokluğun keskin kıyılarında dolaşan duyguların izini süren bir şiir var sırada: “Mecbur Değildim.” Şiirin her dizesi, sessiz bir sitemle örülmüş; çayın ilk yudumlarından sokak köşelerine, gözlerin koyuluğundan yalnızlığın duvarına uzanan imgelerle âdeta yürekten yankılanıyor. Kaybolan bir sevginin gölgesinde, özlemin ağırlığını kelimelere dönüştüren şair, “Sevgi bazen neden görünmez bir iz bırakır?” sorusunu da dizelerine taşıyor. Nihayet özlemi ‘bir fotoğraf’, ‘yarım bir gülüş’ ve “bir keşke kadar yakıcı’ olarak betimlerken, aşkın kırılgan tabiatını içten bir dille aktarıyor.
Ekim ayının arka kapak görselinde, dalgaların kıvrımıyla keskin dikenlerin gölgelerinin buluştuğu bir ebru çalışması yer alıyor. Eserde kırmızıyla yeşilin, karanlıkla ışığın arasındaki geçişler, hayatın zıtlıklarındaki saklı derinliği hatırlatıyor. Hangi renk yara, hangisi şifa; hangisi gölge, hangisi aydınlık? Belki de cevabı, gözümüzü her kaydırışımızda yeniden şekillenen bu desenlerde gizli. “Hafıza”nın kıvrımlarını da andıran eser, kimi yerde suyun üzerinde sakince dalgalanan bir anı, kimi yerde kırık aynalardan sarkan dikenli bir hatırlayışı aksettiriyor. Aynı zamanda renkler birbiriyle çarpışırken, sanki geçmişin hem acısını hem de şefkatli izini gösteriyor.
Bu harika eserden sonra biz de Helezon’un 48. sayısının takdimini tamamlamış bulunuyoruz. Bu sayımızda sonbaharın hüznünü ve bereketini Türkçenin farklı renkleriyle bir araya getirmeye çalıştık. Biz, dilin çok yönlü sarmalları arasında dolaşırken; sözleriyle, kalemleriyle, güzel görselleriyle ve iyi dilekleriyle emeği geçen herkese teşekkür ederiz. Dilerseniz sözümüze, Türkçeye ömrünü adayan Yavuz Bülent Bakiler’e Allah’tan rahmet dileyerek ve yine onun şu meşhur dizeleriyle nokta koyalım:
“Bir gün baksam ki gelmişsin
Gülüşünde taze, serin bir rüzgâr
Ellerin yine eskisi kadar güzel
Çiçek açmış dokunduğun bütün kapılar.”
Türkçenin sönmeyen ışığıyla yeni sayılarımızda görüşmek dileğiyle… İyi okumalar.
Sağlıcakla kalın!
Harika bir editör yazısı olmuş. Teşekkürler