Nesiller, mekânlar, tarihler değişiyor ama acı duygusu değişmiyor. Evlat acısı, yâr acısı, vatan acısı, anne acısı, tutsaklık acısı, dışlanmışlık acısı…
Acıya direniş şekilleri herkese göre farklılık gösterir diye düşünürüz. Ama tarih boyunca bunun ortak noktada buluşan birçok örneği de mevcut. Benim en çok dikkatimi çeken direniş şekli ise sanat! Evet bence sanat, acıyla başa çıkabilmenin en lezzetli hâli. Bir tuvale akseden resim, kâğıda dökülen kelimeler, dokuma tezgâhındaki ilmekler, yazmaların ucuna örülen oyalar, bir film sahnesindeki yüz ifadesi, bir ezginin içinden en yanık hâliyle kulağımıza fısıldayan nota hatta özenle hazırlanmış bir yemek, belki de incelikli bir kahve sunumu. Her biri kendi içinde sanat ve hâl diliyle yaşanmışlıkları haykırıyorlar.
Eğer çekilen çilenin kaynağı muhatap alınamıyorsa, bu noktada çok engel varsa, işte o vakit ifade edilemeyen ve göğsümüzde biriken acı duygusu, mecburen kendini dışarı atacak bir yol arar. Tıpkı akan bir nehrin önüne ne kadar set çekilirse çekilsin “Su akar, yolunu bulur” hesabı, acı duygusu da bir yolunu bulup kendini göstermek ister.
Sanat, acıya karşı direnişte büyük bir rol üstlenir. Kendini bu yolla ifade edemeyen bazı bünyeler ise acıyla baş edemeyebilir. Dua, meditasyon, kendini düşünemeyecek kadar aşırı çalışmak, sürekli temizlik yapma ihtiyacı, acısını eğlenceyle unutmaya çalışmak, belki hırsını olmadık mecralara yönlendirmek vs. acıyla baş etme yolları olarak sıralanabilir. Ama elle tutulur, gözle görülür bir nesneye dönüştürülemeyen bu durumlar, her zaman bizi tatmin etmeyebilir. İnsan, içinden atmak istediği bu birikmişliği ancak karşısında bir nesne olarak bulursa derin bir “Oh!” çekebilir. O zaman işe yarar olmanın, bir ürün ortaya çıkarabilmenin verdiği rahatlık benliğini sarıverir.
Yazma ihtiyacı ile ilgili Tezer Özlü şunları söyler: “Neden yazılır? Dünya acılı bir yer olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan kurtulmaya görsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazılır.”
Cioran da aynı konuda; Kitaplarımın her birisi yılgınlık karşısında bir zaferdir. Kitaplarımın birçok kusuru vardır ama mamul değillerdir. Hakikaten sıcağı sıcağına yazılmışlardır; birine şamar atmak yerine, şedit bir şey yazarım. Dolayısıyla söz konusu olan edebiyat değildir, parçalara dayalı bir tedavi usulüdür; intikamlardır bunlar.” der.
Bu sözlerden anladığımız o ki ortaya dökülen eserlerde bir rahatlama ihtiyacı söz konusu olmuştur. Freud sanatı, kişinin yaşam karşısındaki tavrı, oyun keyfi, gerçekliğin ötesine atılan bir adım, acının kendisi değil; acının teatral betimlemesi olarak tanımlar.
Yaşanmış örneklere başvuracak olursak karşımıza ilk Dostoyevski çıkar. Dostoyevski’nin babasına olan nefreti, onun ölmesini istemesi ve bundan dolayı suçluluk duyması, Karamazov Kardeşler adlı romanında yansımasını bulur. Bir diğer sanatçı Fransız ressam David; resimlerindeki donukluk, düzlük ve aşırı simetri açısından eleştirilmiştir. Sanatçının yaşam öyküsü gözden geçirildiğinde, sağ yanağında geniş çaplı bozuk bir alan, muhtemelen iyi huylu bir ur olduğu, bunun sanatçıda belirgin bir yüz asimetrisine neden olduğu, tümörün önce üst dudak üzerine yerleştiği ve sanatçının konuşmasını da belirgin bir şekilde bozduğu anlaşılmaktadır. Ressam, eserleri ile bilinç dışı savunma mekanizmalarını kullanıyor, sanki resimleri ile kendini iyileştiriyor. Ressam Edward Munch, beş yaşındayken annesinin; gençlik yıllarında ise kız kardeşinin ölümünü izlemiştir. Munch’ın sanatı analitik olarak incelendiğinde ressamın annesinin ölümünden derin bir şekilde etkilendiği ve görsel bir travmayla karşı karşıya kaldığı anlaşılır. Çoğumuzun bildiği ‘Çığlık tablosu’nda, kırmızı alandan kaçma, ölümü ve akciğer kanamasından ölen annesini sembolize ediyor. Figürün başını çevirmesi, elleri ile başını tutması korku oluşturan sahneden yoğun bir kaçma olarak değerlendiriliyor.
Meksikalı ressam Frida Kahlo, en büyük acıyı resim yapamaz hâle geldiğinde yaşamıştır. Otuz iki kez ameliyat olmasının, kesilip biçilmesinin ötesinde bir şeydir hissettikleri. Kahlo, beş yaşında bir gezinti sırasında ağaç köküne takılır ve düşer. Bunun ardından çocuk felci geçirir ve topallayan zayıf bir bacakla yaşamaya başlar. On dokuz yaşında geçirdiği bir trafik kazası sonucu 3. ve 4. omurga kemikleri kırılır, kalçasından giren ve rahminden çıkan demir çubuk derin yaralara yol açar. Yaşamını yatağa bağlı olarak sürdüren Frida’ya annesi sütunlu bir yatak yaptırır ve kendini seyredebilsin diye yatağın tavanına ayna astırır. Sanatçının ilk tepkisi dehşet doludur ancak bir süre sonra aynanın altında yatan parçalanmış bedenine, kendi iç dünyasına daha az korkarak bakar ve gördüğü kendini çizmeye başlar. Aynı zamanda dayanılmaz şiddetteki ağrıları hissetmemesinin bir yoludur bu onun için. 1954’te akciğer embolisi teşhisiyle son nefesini verdiğinde ardında bıraktığı son resmi “Yaşasın Yaşam! ” isimli natürmortuydu. Tüm bu örnekler acının dışa vurumu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Aslında yardım duygusu da kendini acının ilacı olarak gösterir bize. Kendini mutlu etmenin, iç huzura ermenin ancak bir diğerinin yüzünü güldürmekten geçtiğini anlayabilenler bu duyguya sarılırlar. Çektikleri ızdırap ancak bu şekilde hafifleyebilir diye düşünürler. Zaten üzerinde konuştuğumuz sanat anlayışları bu duyguları da besler. İyi insan olabilmek, bir sanattır. Etrafına fayda sağlayabilmek, sanattır. Sanatın özünde iç güzelliklerin dışa vurumu vardır. Peki bu güzellikler kimin için dışa vurulacaktır? Elbette hem sanatçı hem de bunu sunduğu karşı taraf için.
Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Felaketler ve şok etkisi oluşturan olaylar yardım etme duygusu uyandırıyor.” der. “Bu nörobilimde tespit edilmiş bir bilgi. Bu bizim toplumumuzda var. Alan kazanmaz, veren kazanır. Veren sadece öbür dünyada değil, bu dünyada da kazanıyor. Mutlu oluyor.’’ diyerek belki de acımızı mutluluğa çevirecek formülü veriyor.
Sanat, bazen de doğaya hakkıyla bakabilmektir. Acı duygusunu hafifleten bir diğer ilaç da doğanın ta kendisidir. Öyle muazzam bir yaradılış vardır ki karşımızda bizi kendine çeker; renkleriyle, kokusuyla, tınılarıyla âdeta mest eder, yaramıza merhem olur. Hiçbir moda dergisinde göremeyeceğiniz renk cümbüşünü doğada bulur; notalara ilham veren kuş cıvıltılarına hayran olursunuz. İşte bu harikulade atmosfer sizi gerçek sanatçıyla buluşturur. Gerçek santaçıyla buluşan ruhlar da birer numune sanatçı oluverir böylelikle.
Acıya direniş, kallavi bir marifet olsa gerek nihayetinde. Bu direniş duygusu insanoğluna dercedilmiş çok üstün bir meziyettir şüphesiz. Acıya direnememenin sonucu ise yazık ki bazen hastalıktan deliliğe kadar giden bir süreçtir. Bu sebeple her birimiz, kendimize göre tutunacak bir dal bulsak, acılarla baş edebilmenin hangi yolu olursa olsun ona tutunup rahatlasak; başta kendimiz olmak üzere çevremize de ışık saçarız diye düşünüyorum. Umudum o ki güzel bir donanıma sahip olarak acıdan geçebilenlerden olalım. Hep beraber nahifçe yaşayıp güzel izler bırakalım ardımızda. Kim bilir, geleceğe miras kalacak sanat eserlerimiz de bizden sonrakilere ilham olur böylece.
Harika, su gibi yalın ve anlaşılır. Başka yazarlardan yapılan alıntılar okuyucuyu ikna etmede başarı sağlamış kanaatindeyim. Son iki paragraftaki özne ve yüklem yer değişiklikleri en sevdiğim. Yüreğine sağlık.
Psikoloji ve edebiyat iç içe geçmiş disiplinlerdir. Bunu bu yazınızla birlikte daha iyi anlamış olduk. Sanatın iyileştirici gücüne sarılmak ve acılarımızı üretmek için bir vesile kılmak temennisiyle. Kaleminize sağlık.
Çok güzel tarifler verilmiş acıya dair. Çevremizde çok farklı acıların olduğu bu çağda bu yorumlama oldukça kayda değer. Zira insan bazen ne acı çektiğinin ne de acı çektirdiğinin farkında olamiyor. Teşekkürler Dilek Hanım .