Dün bir rüya gördüm. Rüyamda dokuz yaşıma dönmüştüm. Kendimi küçücük odamda kardeşimle bir kavganın ortasında buldum. Kavgaydı işte. Her zamanki gibi başlarken çok önemli, biterken ne olduğu bile anımsanmayan kaygısızca ve çocukça bir nedenden ötürü… Buradaydım. Ne kavganın önemi vardı ne de nedeninin. Dokuz yaşımdaydım, çocuktum, suçsuzdum…

Üzerimde her zaman giydiğim asker yeşili tişörtümle, dizleri çıkmış pantolonum vardı. Saçlarım kısa, hep kısaydı, annemin vakti yoktu taramaya. 

Daha sonra kendimi sokakta buldum. Ayaklarıma küçük gelen terliklerimden taşan parmaklarımla yürüyordum. Tozla kirin arasında beliren tırnaklarıma bir sıfat bulamamıştım. O yaşlarda üzerimdeki kirlerden habersizdim, sonraları fotoğraflarıma baktıkça hep “Ne pejmürdeymişim!” derdim.

Sokakta önüme gelen ilk arkadaşlarımla oynamaya başlıyorum. Mahallenin yukarısı tam hanım evlatları, evlerinin önünde akan çeşmeler sınırları, avludan dışarı çıkmayan ürkek kızlar yuvası. Hepsine muzip birer bakış atıp sokağa sarkan meyve ağaçlarından yenidünya koparıyorum. Ağlıyorlar, ağlayıp annelerini çağırıyorlar. Tabii ben çoktan yolu yarılamışım. 

Mahalledekilerin çoğu yakından veya uzaktan birbirine akraba, kimisi düşman kimisi canciğer kuzu sarması. Bense bahçesinde meyve olan herkesle ahbap, bisikletine bindirmeyenle düşmanım. Terliklerim elimde, yalın ayak, yarı asfalt yolda ayaklarım yana yana yürüyorum. Meydana vardığımda herkes gelmiş, bisikletli olanlar çoktan hükümdarlığını ilan edip bisikletsizleri köle olarak kullanmaya niyetlenmiş. Biri diyor: “Şu duvara tırmanana bir tur veririm bisikleti.” Bir diğeri, “Arığa girip de mazgalın altından geçene iki tur bindiririm belki.” diye devam ediyor. Sonuncusu ve en kurnazı ise “İki cep dolusu erik getirene üç tur bindiririm bisikletimi.” diye ekliyor.  

Hepsi her gün yaptığım şeyler. Her seferinde annemden yediğim azarla ağlarken bir daha yapmayacağıma söz verdiğim yaramazlıklarım. Ama bisiklet işte, hem de vitesli, yepyeni. Kimseden ses çıkmıyor. Yaparım deyip de yapamamak var işin ucunda. Zaten bir eksikliği varken insanın, kendine yeni bir eksiklik icat etmesi ne saçma! Konu bisiklet olunca kanım durmuyor yerinde ve hepsini üzerime alıyorum. Bisikletle geçireceğim altı tur için büyük bir maceraya atılıyorum. 

Daha ilk turu hasarla bitiriyorum. Duvarı aşıyorum ama terliği kopartıyorum. Yalın ayak arığa girerken yosunlardan hafif kayıp bileklerimi aşan suya çömeliyorum. Herkesin bahçesinden dökülen çeşme sularının aktığı arıkta kurbağa yavrularına bakıyorum, mazgaldan sızan gün ışığıyla çocuklara seslenip amiral rütbemi almaya hazırlanıyorum. Her yerim ıslak, her yerim yosun, çıplak ayaklarım yara bere içinde. Mazgalın sonunda ayağa doğrulup dışarı çıkarken hepsi coşkuyla alkışlıyorlar beni. Hiçbirinin giremediği yere girmenin gururuyla çizik içerisindeki ayaklarımı bile fark etmiyorum. 

Sıra en zorunda. Erik aşırmak problem değil de iki cebi doldurmak mesele. Hepsi daha körpecik; zaten çocuklar, hepsini büyümeden yedi diye herkes şikâyetçi. Üç bahçe kestiriyorum gözüme. Bizimki olmaz, çoktan dalların hepsini yağmaladım. Mecbur büyük teyzelerimle dayılarımın bahçesine gireceğim; mahallede başka ağaç bırakmadık. 

Bahçe duvarlarının alçak yerlerini bildiğimden hepsini kolayca aşıyorum. Erikleri toplarken kollarıma incir ağacının yaprakları dalanıyor, tatlı tatlı kaşıyorum. Erikleri ne kadar seversem dalları o kadar düşman bana, hepsi dikenli ve hepsinin gözü yukarılarda, hiçbiri başını aşağı eğmiyor. İki cebimi doldurup dallardan aşağı inerken pantolonum dikenlere takılıp yırtılıyor. Dikenin kumaşı geçip dizime girmesiyle kabuklarım dağılıyor. Annemin dediği gibi bir yaram kapanmadan yenisi açılıyor. Ceplerim dolu şekilde meydana giderken herkes yine hep bir elden beni alkışlıyor. Acımla, suçum bir olmuş biniyor sırtıma. Verip de tutamadığım sözler, kopan terliğim, yırtılmış eşofmanım, kanayan dizimle bir acı oturuyor yüreğime… 

Erikleri avuçlarına verip “Yarın bineceğim hepinizin bisikletine.” dedim. Hepsi sözlerinde durmazlarsa tekerlerine saplanacak çöğür dikenini bildiklerinden kafalarını sallayıp gittiler. Ben de ağlayamadan acımla yürümeye başladım. Dokuz yaşında olsaydım ağlardım suçumu bastırmak için, yaptıklarımı örtmek için bağıra bağıra ağlardım hatta başkalarını suçlardım. Yaşım dokuz ama aklım otuz dokuzdu sanki, ağlayamadım…

Eve vardığımda annemle yengelerim, beni ocak başında ekmek yaparken gördüler. Yengelerimin bağırışıyla annemin elindeki oklavadan kaçarken kendimi odamda buldum. Annem söylene söylene üzerimi değiştirmemi izledi. Kolumdan çekip elimi ve yüzümü sildi. Yarama bakıp hem kızdı hem de acıdı. Yüz hatları sinirle şefkatin gelgitinde gerildi. “Neden kızım? Neden kız gibi durmuyorsun?” dedi yorgun sesiyle.

Kız kardeşim ve kuzenim avludan evin içine bakıp kıkır kıkır gülmeye başlamışlardı. Ellerindeki kavgaya tutuştukları oyuncak bebekle avluyu hudut bilmiş ödleklerdi. İçimdeki suçluluk duygusu saman alevi gibi geçti, yerini avludaki kızlara sataşma isteği belirdi. Annem üstüme giydirdiği elbiseyle beni dışarıya çıkarttı. Başka kıyafet kalmamıştı, hepsi ya yırtılmış ya da kirlenmişti, elim mahkûm bunlar giyilecekti. Sokak devri bugünlük bitmişti. 

Annemler ateşin başında yazın sıcağıyla birlikte kıpkırmızı kesilmişlerdi. Onlara su, odun, domates, peynir taşıyacak adam lazımdı. Diğerleri şimdiye kadar çalışmış, son kürek mahkûmu olarak da ben kalmıştım. Herkes elime hiçbir işin yakışmadığı konusunda hemfikir olsa da onlar da bana mahkûmdu. Zira akşam olmaya başlamıştı ve evin erkekleri birazdan demir kapıdan girmeye başlayacaklardı. 

Herkes yiyip içti, annemler ocağın başından ayrılmadı. Babaannem, dedem ve amcalarım, avludaki yerde serili olan kilime oturmuştu. Pişen sıcacık yufkalarla herkes doymuştu. Gelinler daha sofra kalkmadan çayı koyup bardakları getirmişlerdi bile. Her şey bir robot dakikliğinde ilerliyor, hiçbir şey teklemiyordu. Yatsıya doğru ateş söndü, herkes ayrı kapılardan evine girdi. Aynı avlunun ayrı evleriydik ama kapılarımız kilitsizdi. Babaannemin sınırları hepimizin evini aşıyordu. 

Yemekler yenmiş, üstler değiştirilmiş, bense elbisemle yatağıma girmiştim. Hava sıcak, yatak daha da sıcaktı. Camdan giren sivrinekler yaralarıma tuz basarcasına ısırıyor, beni uyutmuyorlardı. Döne döne dalmaya çalıştım; ait olmadığım bu dünyadan ayrılmalıydım. 

Uyandım, uykumda uyandım. Hâlâ demir ranzanın üst katındaydım. Şaşırdım, neden hâlâ burdaydım? Su içmek için ayağa kalktım. Oysa çocukken hiç yatağımdan kalkmazdım. Dokuz yaşla otuz dokuz yaş arasında gidip gelen aklımla koridorda yürürken annemi gördüm. Hâlâ mutfaktaydı. Bulaşıkları bitirmiş, pazardan alınanları yerleştiriyordu. Üst üste koyduğu kapların arasında gezen küçücük elleri  bir nakkaş inceliğiyle hiç ses çıkartmadan tüm işi görüyordu. Makineden çıkan çamaşırları leğene koyarken ıslanan yerleri silmeye koyuluyordu. Bir taraftan hapşırıp bir taraftan alnından akan teri siliyordu. Bakışlarım değişti, ben değiştim, sanki rüyamdaki hâlimle yer değiştirdim. Şefkatle ve kendini bu kadar yormasından sebep kızgınlıkla bu defa ben baktım ona.  “Annecim!” dedim. “Hastalanmışsın. Sen yat hadi, ne olur, kalanı ben yapayım.”

Islaktı kıyafeti zavallı annemin, terle yorgunluğun verdiği o kokuyu anımsadım. Çocukluğumun anne kokusuydu bu. 

Annem şaşkınlıkla bana bakarken elleriyle alnını silip burnunu içine çekti. “Sen git, yat hadi, ben sessizce yaparım. Azıcık kaldı, bitti zaten.” deyip alnımdan öptü. Dudaklarını alnımda, ellerini yanaklarımda hissettim. Sanki zaman alabora olmuş da ben gerçekten yeniden çocuk olmuşum. Hiç bitmesin istedim. Zaman dursun, dünyam mutfak, annem ve benden ibaret olsun. Ama olmadı, zaman aktı, annem durmadı. Beni odama gönderirken, onun alnından benim de gözlerimden yaşlar dökülüyordu. Anne olmak ne zordu!

Uyandım, bu defa uykumdan uyandım. Yastığım terden mi yoksa gözyaşımdan mı ıslanmış anlamadan doğrulup saate baktım. Gece boyunca süren öksürük nöbetiyle dolan boğazımı temizledim. Ateşim vardı, hâlâ yanıyordum. Annemin elinin değdiği son şeyi, tarhanayı çıkarttım. Pişirirken çocuklar uyandı. Kaynayan çorbanın kokusuyla rüyam ve anılarım birbirine karıştı. Ne çok şeyi unutmuştum, ne çok şeye hasret kalmıştım. Annemin sesini duymayalı bir yıl, yüzünü görmeyeli beş yıl oldu. Yıllardır uzaktayım ama son bir yılım sürgün gibi gelmeye başladı. 

Herkes sofraya oturup çorbayı kaşıklarken kalktım ve yataklarla evi topladım. Annemden kalan tarhanamı özenle dolaba kaldırdım. Pencereleri açıp evi havalandırdım. Alnımdan akan tere gözyaşlarım eşlik ederken kızım yanıma geldi, belime sarılıp gözlerime bakarken kendi kokumu duydum. Terimle yorgunluğumun yoğrulduğu anne kokumu… “Anne!” dedi kızım. “Neden ağlıyorsun?”

Yine zaman alabora oldu da sanki yine çocuk oldum. Kokuların ne büyük tesiri vardı. Rüyamın gerçek olması için gözlerimi açıp kapattım. Kızım durmadı, zaman aktı. Bana sevgiyle ve merhametle bakan bu bir çift gözde sanki kendimi gördüm. Gözyaşlarımı silip dedim: “Rüyamda annemi gördüm.”