Dünya edebiyatının savaş karşıtlığı üzerine yazılmış en iyi romanlarından biri olan Erich Maria Remarque’ın “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” kitabı, üçüncü uyarlamasıyla tekrar ekranlarda.
Yazarın I. Dünya Savaşı’nda bizzat kendi deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı kitap, savaşın özellikle insan ruhu üzerinde yaptığı tahribatı, gencecik insanların “vatan uğruna” nutuklar atanlar tarafından acımasızca ölüme gönderilmelerini ve savaşın insafsız yüzünü anlatması bakımından gerçekten de önemli bir yere sahip.
Türkçeye de ilk defa “Garp Cephesinde Sükûnet Hâkim” adıyla çevrilip yayımlanan kitap, yayımlandığı günden itibaren elliden fazla dile çevrilip 20 milyondan fazla satmış; kandan beslenen Nazi iktidarı döneminde “vatan hainliği” ve “halkı savaştan soğutma” suçlamalarıyla toplatılıp meşhur kitap yakma törenlerinde ilk yakılan kitaplardan biri olmuştu.
Remarque, ülkede yayılmaya başlayan Nazi etkisinden dolayı 1931’de İsviçre’ye taşınmış; 1938 yılında ise Alman vatandaşlığından çıkarıldıktan sonra Amerika’ya yerleşmişti. Kız kardeşi ise Nazi muhalifi olduğu gerekçesiyle Almanya’da yargılanıp idam edilmişti.
1929 yılında yayımlanmasının ardından Hollywood tarafından 1930’da filme uyarlanan eser, aynı yıl en iyi film ve en iyi yönetmen dalında Oscar da almıştı. Kitap, neredeyse elli yıl sonra, 1979’da tekrar sinemaya uyarlanmış ve yine başarılı bulunmuştu.
Her iki filmin ortak özelliği ise dönemin şartlarında çok iyi savaş sahnelerine imza atmalarının yanında kitabın ana teması olan savaşın onu yaşayanların ruhlarındaki tahribatı da seyirciye çok iyi aktarmalarıydı.
Bir Netflix yapımı olan üçüncü uyarlama ise diğer ikisinin aksine kitabın ana dilinde çekilmiş bir Alman yapımı. Filmin aynı zamanda Almanya’nın güçlü bir Oscar adayı olduğunu da söyleyelim.
Filmin konusuna gelince; öğretmenlerinin vatansever nutuklarıyla beyinleri yıkanan bir grup liseli genç, yaşları küçük olmasına rağmen Fransa’yla savaşmak üzere güle oynaya şarkılar söyleyerek savaşa gider. Yetersiz, kısa bir eğitimin ardından Batı cephesine gönderilen gençler, savaşın acımasız gerçekleriyle yüzleştiklerinde hem bedenen hem de ruhen büyük bir yıkım yaşarlar.
Tarihe “Siper Savaşları” olarak geçen 800 km uzunluğundaki Fransa cephesi, dört yıl boyunca 3 milyondan fazla insanın öldüğü ve sadece 200-300 metre toprağın sırayla el değiştirdiği bir savaş alanıdır. Ölen askerlerin her gün künyelerinin toplanıp sadece istatiksel bir sayıya dönüştürüldüğü cephede açlık, soğuk, çamur, hastalık ve en önemlisi nereden ve ne zaman geleceği belli olmayan ölüm, gencecik insanları bu dünyadan ayırırken sağ kalanları da ruhen öldürmektedir.
Cephede milyonlarca insan yok olurken onları ölüme gönderen komutanlar, savaşın devamından yanadırlar. Çoğu zaman yiyecek kuru ekmek bile bulamayan askerlerin yanında, şarabını yudumlarken köpeğine biftek yediren hırslı generallerin aslında tek düşündükleri, kendi makamları ve başarılarıdır. Ölümlere “Dur!” demeye çalışan bir avuç politikacı ise onurlarını ayaklar altına almak pahasına barış anlaşması yapmaya çalışırken pek çok engeli de aşmak zorundadır.
Film, elbette bir uyarlama olduğu için kitapla seyirciye aktarılanlar arasında yönetmenin yaptığı değişikliklere de değinmek gerekli. Öncelikle kitabın ana kahramanlarının savaşa gitmesinin en büyük nedeni olan okul müdürü Kantorek’in Alman zaferi ve şerefi hakkında verdiği nutuklar, kitapta önemli bir etkiye sahipken filmde oldukça az bir yer tutmakta. Gençlerin savaşa gitmeyenler tarafından ölüme güle oynaya gönderilmesine ve bunun vatanseverlik duygularıyla köpürtülmesine yazar tarafından getirilen eleştiri, ne yazık ki filmde kendine yeterince yer bulamıyor.
Romanda aile, sevgili, arkadaşlar arasındaki bağlar, ayrılık ve özlemler duygusal bağlamda gayet kuvvetli anlatılırken filmde bunları göremiyorsunuz. Hatta kahramanımız Paul, bir ara kullandığı izinde, ailesini görmeye gidip tekrar savaşa dönerken bu filmde yok bile. Paul’un, savaş dışında izinde geçirdiği zamanlarda huzuru bulamayıp bir an önce savaşa gitmek istemesi, savaştan önceki mutlu hayatına asla dönemeyeceğini anlaması, âdeta vahşetin çağrısının ruhunu ele geçirmesi, romanda özellikle vurgulanırken yönetmen, ne yazık ki sadece savaşa odaklandığı için seyirci buraları izleyemiyor.
Yönetmen, kamerasını hep bir asker gözüyle kullanmış, kendini savaşın acımasızlığını anlatmaya o kadar kaptırmış ki kitabın ana teması olan “savaşın insanı nasıl değiştirip kendini ve toplumu başkalaştırdığını” anlatmayı unutmuş. O yüzden film, bir savaş filmi olarak oldukça başarılı olmasına rağmen yazarın, kitabı yazma amacına da o kadar uzak.
Bunun yanında kitapta hiç olmayan eklemeler de mevcut. Örneğin; filmde ikinci bir ana hikâye olarak işlenen barış görüşmeleri, asker ve politikacılar arasındaki güvensizlik, Fransızların Almanların onurunu ayaklar altına alacak kadar onlara sert davranmaları gibi bölümler aslında filmin biraz da Alman karakterini yansıtıyor.
Savaş karşıtı Almanların da olduğunun özellikle vurgulanma çabası ve onur kırıcı barış anlaşmasının sonunda aslında Hitler ve Nazilerin hangi şartları kullanarak iktidara geldiğinin göndermesinin yapılması da filmin kitaptan ayrılan bir diğer anlatımı.
Kitabın sonunda Paul, barış ve güzelliği sembolize eden bir kelebeğe uzanırken ölmesine rağmen filmde savaşın bitmesine dakikalar kala aldığı bir yara sonucu kan kaybından ölüyor.
Sonuç olarak “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”, savaşı tüm acılarıyla anlatan güzel bir savaş filmi ama romanın yazılma amacını bir noktada ıskalayan bir yapım. Yazıyı Paul’un arkadaşlarıyla savaşı sorguladığı meşhur diyalogla bitirelim:
“Biz vatanımızı korumak için geldik buraya. Fransızlar da kendi vatanlarını korumak için. Peki haklı olan kim?”
Fragman: Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok | Resmi Fragman | Netflix
Sinema ile edebiyatın kivaminda karışımı. Güzel bir film-deneme yazısı olmuş.