Çeviri: İbrahim TÜRKHAN

O sırada hiçbir şey düşünmek istemeyen çocuk, akşamları bir yanıp bir sönmek isteyen mum gibi olsa da adımları âdeta yere değmezcesine yol almaktaydı. Ona bir komutan gibi kafasına yerleşen bir istek hükmetmekte; bir türlü rahat vermeden, fırtına misali ileriye doğru sürüklemekteydi. O, gözüne görünür görünmez bir şekilde, az ilerisinde duran karaltıya, ne olursa olsun yetişip onun karşılaşılması güç ve esrarengiz kucağına yaslanmak istiyordu. Çünkü o, tanımadığı birisi değil kendi anasıydı. Bundan bir buçuk yıl önce onun kendi hâlinde devam eden çocukluğuna ateş atıp gönlüne yeri doldurulmaz eksikliği, üzerine kara bulut gibi çöken yalnızlığı bırakarak hüzne gark eden mezardaki annesi idi. Annesi, o güzel simasıyla, kısa sayılabilecek bir süre öncesine kadar güneş ışıkları misali şefkat saçarak yanında bulunuyordu. Özlemi yüreğinden taşmakta olan çocuk, bir tayınki gibi hızlı hızlı çarpan yüreğinin atışlarını bastırmaya çalışmıştı. Annesinden emdiği sütün o mis kokusu sinen kucağına kendisini bırakmak üzereyken birden dönmüş, uzun ve geri dönülmez bir yolculuğa çıkmıştı. 

Çocuk, çaresizce yana düşen ellerini, son bir ümitle öne doğru uzatarak sessizleşti. Sonra sesinin yettiği kadar bağırmaya başladı: “Anaa, anaaa… Bek-lee… Anacığııım… Beklesene!” Ancak anası sesine cevap vermedi. Bir kere bile arkasına dönüp bakmadı. Bulutların arasında uçmakta olan bir şey gibi yürüdüğü ya da durduğu belli olmaksızın, belli belirsiz bir şekilde, gittikçe uzaklaşmaya devam etti. O kadar canhıraşane koşturmasına rağmen yakınlaşacak gibi de görünmüyordu. Bunu hisseden çocuk, anasını kaybeden deve yavrusu gibi ağlamaklı sesiyle yalvarmaya başladı: “Anaaa… Anacığım, beni de yanında götürseneee! Belimin ağrısı dayanılacak gibi değil.” Sonra büyük bir hayal kırıklığıyla olduğu yere çöktü.   

Belinin sızladığını ancak o zaman fark etti. Dayanılması zor bir acıyla kıvranarak olduğu yerde kalakaldı. İleride duran o karartı ise göz açıp kapayıncaya kadar bir sürede yanına gelip durdu. Çamurlaşmış toprak üzerinde büzüşerek oturmakta olan çocuğu kolay bir hareketle yukarı kaldırarak bembeyaz önlüğüyle sardı ve gitmekte olduğu tarafa doğru adımlamaya devam etti. Çocuk, kadının boynuna sıkıca sarılmanın sevinciyle kendinden geçercesine ağlamaya başladı. “Anaaa, anacağım… Özledim seni!” 

Çocuk, o anda kendi sesinden korkarak uyandı. Nefes nefese kalarak ağladığını fark etti. Yastığı gözyaşıyla ıslanmıştı. Kendini durduramadı ve ıslanan yastığa yüzünü iyice bastırdı. Üvey annesinin sesini duyma ihtimalinin ürküntüsü, bedenini baştan aşağı kaplayan çocuğu kendine getirdi. Tam o sırada belinin ağrısı zonklayınca gözünde şimşek çakmış gibi oldu ve irkildi. Uyurken hareketsiz kaldığı için biraz azalan ağrısı, deminden beri hareket ettiği için yeniden artmaya ve sancı vermeye başlamıştı. Uyandığı için kendi kendine kızdı. Aklından uyanmasa daha iyi olacağı düşüncesi geçti. Yastığa yüzünü bastırmış hâlde beklerken bir yandan da ağlamasına dizgin vurdu. Tekrar uykuya dalıp düşünde anasını yeniden görmeyi arzuladı. Ancak tatlı ama bir o kadar da hüzün dolu isteği taşa çarpmışçasına, düşüncesinin aksine ayağa kalktı. Uykusu, elinden kaçan bir serçeye dönüşerek sessiz ve kara gecenin bağrında kayıplara karıştı.  

Diğer yanına döner dönmez, belinin ağrısı gözünden alev çıkarırcasına yeniden zonkladı. Az kalsın acıdan bağıracaktı ki dudaklarını kanatırcasına ısırarak sustu. Yine de dudaklarının arasından kurtulan dayanılmaz acı, karanlık odanın her tarafına dağılır gibi oldu. Sanki bunu bekliyormuşçasına diğer odadan bir kadının öfke ve hınç dolu sesi duyuldu: “İnleyen sesi kesilesice! Omurgası kırılasıca! Ne diye durup dururken inler durursun, baş belası yetim?” 

Bu ses, üvey annesinin sesiydi. Bir süre sonra çocuğun kulaklarında, ciğerlerinin derinlerinden gelen öksürük sesi yankılanmaya başladı. Bu sesin, babasının pişmanlık ve dert dolu sesi olduğunu anladı. Çocuk, dertten ve tasadan uzak günlerini çoktan arkasında bırakarak bu arada hayatın birçok acımasız kuralını iyice öğrenmişti. Bundan dolayı kadının sağanak hâlinde gelen azarlamalarına ve beddualarına rağmen babasının derinden gelen iç çekişlerine daha çok üzülüyordu.  

Yine öyle oldu. Nedense kendisine değil babasına acıdı. İçini bu sefer farklı bir hüzün kaplayarak nefes alışları hızlandı. Gözünden akan sıcak damlalar, birbirini kovalayarak yastığa damlamaya başladı. Belinin ağrısı gittikçe artıp sızısı şiddetlenmeye başladı. Bu kavgaya sebep olan olay, gözlerinin önünden yeniden sıraya dizilircesine geçti. 

O gün her zamanki gibi köylerinin okulundan gelmekte olan çocuk, bahçeye girer girmez, kadının içeriden gelen bağırtısını duyunca şaşkınlık yaşamıştı. O şaşkınlıkla ayakları bükülmez olmuş, ondan sonra yerinden hareket etmeye takati kalmamıştı. Tam o anda evden çıkan kadın, onu görmüş ve atılırcasına yanına gelerek; “Baş belası uyuz! Aldığın beş som nerde? Hemen şimdi geri ver, yoksa ölen ananın arkasından diri diri mezara gömerim seni!” diye bağırmıştı. Bu da yetmiyormuş gibi iyice kabaran öfkesiyle çocuğu omzundan tutup geriye doğru ittirmişti. Hiçbir şey anlamayan çocuk, fırtınaya yakalanan ağaç gibi dengesini kaybetmiş ve sallanarak duvara çarpmıştı. Hırsını alamayan kadın, yerde yatmakta olan kül küreğini alarak çocuğa rastgele vurmaya başlamıştı.  

Hâlbuki çocuk, beş som falan almak bir yana, onu görmemişti bile. Ama bunu üvey annesine anlatamamıştı. O da zaten çocuğun dediklerine kulak verecek durumda değildi. Böylece çocuk, suçsuz yere dayak yemiş ve hırsızlıkla suçlanmanın öfkesiyle hızlı nefes alarak öylece kalmıştı.   

O gün yaşadığı olayı hatırlayan çocuğun o anki öfkesi, göğsünden patlarcasına yeniden ortaya çıkınca, gözyaşıyla ıslanan elleri farkına varmadan yumruğa dönüştü. O sırada biraz önce gördüğü düşü geçti gözlerinin önünden. Anasının sıcacık kucağını, kendine has kokusunu duyar gibi oldu. O tatlı kucağın, kendisini çağırdığını hissetti. Bir süre sonra gözlerinden akan yaşı silerek gayrete gelir gibi yaptı. Yattığı yerden ayağa kalkıp ses çıkarmamaya özen göstererek elbiselerini giydi. Yan tarafında serili olan yatakta uyumakta olan altı yaşındaki kardeşinin yüzünü okşayıp sakince öptü. Sonra üzerini iyice örterek evden usulca çıktı. Kışa yaklaşan sonbaharın yıldız görünmeyen o karanlık gecesinde gözden kayboldu…

Ertesi sabah üvey anne, kaybettiği beş somu masanın altında buldu. Birkaç gün sonra ise yamaçtaki mezarların birinin üzerinde, kurtların parçaladığı bir çocuk cesedi buldular.

*Musakun SATIBALDİYEV

Yazar ve mütercim Musakun Satıbaldiyev, 1950 yılında Isık Göl bölgesinde yer alan Ceti Ögüz ilçesinin Saruu köyünde doğdu. Doğuştan engelli olduğu için ilk ve ortaokulu okuyamadı. Ablasının yardımıyla ve kendi imkânlarıyla okuma yazmayı öğrendi. 1972-1978 yılları arasında Bişkek şehrinde bulunan “Kıyal El Sanatları” firmasında, 1979-1984 yılları arasında Kuybişev Kolhozu’nun çeşitli birimlerinde görev yaptı. Sonraki yıllarda “Isık Göl Pravdası” ve Aksu ilçesinin “Emgek Carçısı” ile Karakol şehrindeki gazetelerde görev yaptı. 1995-1997 yıllarında Karakol Sağlık Bilimleri Enstitüsünde ve 2000-2003 yılları arasında Bişkek’te Biyiktik Yayınevinde tercüman, 2003-2005 yılları arasında “Isık Köl Ünü” gazetesinde genel müdür yardımcısı ve “Beşene” gazetesinde yorumcu olarak görev aldı. 

Edebiyat çalışmalarına 1975 yılından itibaren başladı. Şiirleri, deneme ve hikâyeleri, hem bölge hem de ülke gazeteleriyle dergilerinde yayımlandı. 1996 yılından beri Kırgızistan Yazarlar Birliği üyesidir. Eserlerinin bir kısmı İngilizce, Moğolca, Rusça, Kazakça, Türkçe, Çince ve başka dillere çevrilmiştir. 

Eserleri:

Örük Gülü (Erik Gülü) – Şiirler, 1988.

Bar Bol, Nooruz (Var ol, Nevruz) – Şiirler, 1993.

Ümüt Colu (Ümit Yolu) – Hikâyeler, 1997.

Keçigip Kelgen Mahabat (Gecikip Gelen Aşk) – Hikâyeler, 1999.

Arbak Kuuguntuktagan Adam (Ruhların Kovaladığı Adam) – Hikâyeler, 2000.

Svet v Oçag (Yuvadaki Gül) (Rusça) – Hikâyeler, 2001.

Periştenin Belegi (Meleğin Hediyesi) – Hikâyeler, 2002.

Sensiz Caşoo Mümkün Emes (Sensiz Hayat Mümkün Değil) – Hikâyeler, 2005.

Beyittegi Boztorgoy (Mezarlıktaki Tarla Kuşu) – Roman, 2007.

Sır Düynö (Sırlı Dünya)- Hikâyeler, 2011.

Börü Kişi (Kurt Adam)- Roman, 2015.