07.00 

Alarmına sadık bir saat gibi tık diye uyandı. Acıyan gözlerini eliyle ovuşturdu, hâlâ uykusu vardı. Bebeğini emzirmek için gece kim bilir kaç kez uyanmıştı, hesaplayamadı. Büyüğünün korkuları da bonustu. Gece boyunca iki oda arasında mekik dokuyordu. Yorganı bacaklarının arasına almış, uykunun derinliklerinde tatlı tatlı uyuyan kocasına gözlerini kısarak baktı. Yastığı büyük bir hınçla kafasına bastırdı, nefesi kesilen kocası çırpınmaya başladı. Niyeti öldürmek değildi. Seviyordu onu, yastığı kaldırdı. Komodinin üstünde duran bir sürahi suyu başından aşağı döktü. Kocası boğulacak gibi oldu, kadının içinin yağları eridi. Son darbeyi vurma vakti gelmişti. Yüzüne geniş açıyla gelen bir tokat yapıştırdı, adamcağız yataktan aşağı düştü. Kadın kıstığı gözlerini tekrar açtığında kocası mışıl mışıl uyuyordu. 

Yataktan çıktı. Her sabah tekrarladığı davranışlarını hipnotik bir tavırla sıraladı. Sabahlığını giydi, yüzünü yıkadı, mutfağa geçti, ocağın altını yaktı, su dolu çaydanlığı ocağa bıraktı, dolaptan birkaç kahvaltılık çıkarıp masaya koydu. Günün geri kalan kısmında suçluluk hissetmemenin birinci kuralıydı bu. Mirasına sahip çıkıyordu. Kendine koyu bir filtre kahve hazırladı. Geceden kalmışların sarhoşluğu vardı üstünde. Mutfak tezgâhına yaslanıp kahvesinden bir yudum aldı. Kafeinin kanına hızla karıştığını hissetti, rahatladı. Temiz hava almak iyi gelecekti. Mutfaktan salona, salondan balkona geçti. Derin bir nefes aldı. Kuşların cıvıltısı, okula giden çocukların yaramaz çığlıkları, mahalleden geçen birkaç arabanın yakınlaşıp uzaklaşan sesi içine doldu. Karşı apartmanın üçüncü katında sarışın bir kadınla göz göze geldi. Sarışın kadın sigarasının dumanını efkarla havaya üfledi. Birbirlerini anladıklarını belli eden bir tebessümle bakıp gülümsediler. İkisi de bir süre balkonda kalıp hayatı sorguladılar fakat bir sonuca varamadılar.​

Balkondan salona, salondan mutfağa geçti. Bir yandan masaya tabak, çatal, peçete koyarken bir yandan da çayı demledi. Kocasını uyandırmak için acele fakat sessiz adımlarla yatak odasına doğru yürüdü. Çocukları uyandırmamak için fısıltıyla kocasına seslendi: “Erdem, hadi kalk, kahvaltı hazır.”

Adam, “Hımm, tamam.” deyip kafasını yastığının altına gömdü.

“Sanki sabaha kadar uykusuz kalan sensin.” gibi bir şeyler homurdandı kadın, pek anlaşılmadı. Salona geçti, bilgisayarını açtı. Dün gece, “Çocuklar uyuyunca devam ederim.” deyip yarım bıraktığı fakat bir daha geri dönemediği öyküsüne baktı. En son yazdığı kelimeyi bile tamamlayamamıştı. Bir kelimeyi bile tamamlayamayacak kadar acil ne olmuş olabilirdi? Tek kaşını kaldırıp dudağını ısırdı. Filmi geri sardı.

19.00

Akşam yemeğini yedikten sonra bulaşıkları makineye yerleştirdi. Kaynamış sütün altını kapattı, ılımaya bıraktı. Aklı bir türlü tamamlayamadığı son öyküsündeydi. Acaba anlatıcı sesini mi değiştirmeliydi? Yoksa kurguyu yeniden mi inşa etmeliydi? Diyalogları artırsa işe yarar mıydı? Neden tıkandığını anlamaya çalışıyordu. Sarı bezle tezgâhı sildi. Sonra pratik hareketlerle bezi buzdolabının, fırının, dolap kulplarının üstünde gezdirdi, içi rahat etti. Sıcak basınca hırkasını çıkarıp sandalyenin üzerine bıraktı. Çayı da demlerse işlem tamamdı. 

“Hadi canım, bebek ağlıyor nerdesin?”

Dişlerinin arasından tıslayan bir cümle çıktı: “Cehennemin dibindeyim.”

Salona geçti. Yüzü pancara dönmüş kocasının kucağından bebeğini aldı. Bebek, başını annesinin memesine sürttü. Dili dışarda, aranıyordu. Bebeğiyle yatak odasına doğru yürürken salona doğru bir cümle fırlattı: “Sen de Ali’ye masal oku, uyusun.” 

Adam, oğlunu odasına götürürken gözlerini devirdi: “Hayat müşterek, hı hı!”

Ortalık derin bir sessizliğe gömülmüştü. Kadının kalbi hafifledi. Kendine ait bir odası olmasa da kendine ait bir zamana ulaşmıştı sonunda. Bilgisayarın başına oturdu. Öyküyü baştan okudu: 

“Hayli zamandır bu ışık almayan odada ağrılı bir şekilde yatıyordu. Takvim kaçı gösteriyordu, saat kaçtı, günlerden neydi? Bütün bu güneşin ve ayın döngüleri sonucu oluşan bilgiler onda yoktu. Zaman silik, gerçekler flu, algıları bulanıktı. Üzerine gelişigüzel örttüğü kahverengi pikeyi ayaklarıyla sıyırıp doğruldu kanepeden.”

Kadın en son kaldığı yere gelince hızla yazmaya devam etti: “Niye o kadar saat yağmurda beklemişti hiç bilmiyordu. Gelecek miydi sanki? Bunun umutsuz bir bekleyiş olduğunu bile bile o gün yağmurun altında sırılsıklam olmayı göze almıştı.”

Kelimeler seri bir şekilde bilgisayar ekranını doldururken çamaşır makinesinin bitme sinyali duyuldu. Bilgisayar imgesi kelimenin tam ortasında yanıp sönüyordu. Kadın unuturum endişesiyle hemen kalkıp çamaşırları sermek istedi. Diğer yandan akışta yazıyordu, kalkmak istemiyordu. Ama çamaşırlar sabaha kadar makinede kalırsa kokardı. Aslında çamaşırları sermesi için kocasına söyleyebilirdi fakat kocası o sırada çok önemli bir telefon görüşmesindeydi. Pekâlâ konuşmasının bitmesini bekleyebilirdi ama “Yoo, hayır!” O kadar bekleyemezdi, içi rahat etmezdi. Mazallah çamaşırlar küfleniverirdi. Annesi “Bir işi birine buyurana kadar kendin on defa yaparsın.” derdi hep. İç sesi onayladı annesini, kalkıp iki dakikada serer ve otururdu tekrar bilgisayarının başına. Çamaşırları sepete doldurup sermek için arka balkona çıktı. Balkon kapısını açar açmaz yüzüne çarpan buz gibi havayla titredi. Çamaşır dolu sepeti balkona bırakıp üzerine bir hırka almak için tekrar içeri girdi. Hırkasını  mutfaktaki sandalyeye astığını hatırladı. Tam hırkasını alacakken ocağın üstünde kaynatıp ılımaya bıraktığı sütü fark etti. Çocuklarına hazır yoğurt yedirmezdi hiç. İçinde gururlu bir ses yankılandı. Annesiydi: “Size kendi mayaladığım yoğurdu yedirdim, ondan böyle kemikleriniz sağlam.” Kimin kızıydı. Ne hassas bir anne olduğunu düşünüp kendine hayali bir altın madalya taktı. 

Hırkasını giydi, kaybettiği zamanı telafi etmek ister gibi hızla salona geçti. Salonun ortasında aniden durdu. Kendisiyle birlikte o sahneye ait her şey dondu. Zaman, mekân, sesler ve renkler… Bir süre bu gri ve hareketsiz sahnenin içinde öylece kaldı. Hareket eden tek şey zihnine hücum eden düşüncelerdi. Bilinç akışı zihnini işgal etti:

“Ne yapacaktım ben? Niçin kalkmıştım masadan? Bir şey yapacaktım, önemliydi o, neydi neydi? Erdem nereye kayboldu şimdi? Bebeğin sesi mi o? Yok ya! Sütü iyice sardım de mi? Birinci tekil mi yazsam acaba öyküyü? Evet, evet, öyle yapayım en iyisi. Hah! Hatırladım sütü mayalamak için kalkmıştım masadan. Tamam.” dedi. Masaya doğru yürürken renkler geri geldi, zaman tekrar aktı. Oturdu, ne yazdığını hatırlamak için öyküyü en baştan okumaya başladı. Karar vermişti, öyküyü üçüncü tekil anlatıcı yerine birinci tekil anlatıcı diliyle yazacaktı:

“Hayli zamandır bu ışık almayan odada ağrılı bir şekilde yatıyordum. Takvim kaçı gösteriyordu, saat kaçtı, günlerden neydi? Bütün bu güneşin ve ayın döngüleri sonucu oluşan bilgiler bende yoktu. Zaman silik, gerçekler flu, algılarım bulanıktı. Üzerime gelişigüzel örttüğüm kahverengi pikeyi ayaklarımla sıyırıp doğruldum kanepeden.”

Aniden bir üşüme geldi içine. Soğuk havanın nereden geldiğine bakmak için masadan tekrar kalktı. Arka balkonun kapısının açık olduğunu fark edince çamaşırları hatırladı.Yüzüyle birlikte omuzları da düştü. Oyunun en güzel yerinde eve çağrılan bir kız çocuğunun burukluğunu hissetti içinde. Kırılgan bir neşenin çalınması gibiydi bu his.  

Dışarıda insanın tenini ısıran bir soğuk vardı. Sokak lambalarının titreyen ışığında buharlaşan hava fark ediliyordu. Kadın çamaşırları hızlıca asıp içeri girmek istedi. Annesinin silüeti belirip kayboldu karşısında. Halüsinasyon mu görüyordu ne? Zihnine izinsiz giriş yapmış düşünceleri atmak istercesine kafasını iki yana salladı. Yaptığı işi tam yapması gerektiğini hatırlayıp çamaşırları nizami bir şekilde serdi ve içeri girdi.  

Uzun koridordan salona doğru yürürken çocuk odasından oğlunun sesini duydu. Su istiyordu. Eşine bakındı, telefon konuşmasını bitirmiş çoktan yatmıştı. Mutfaktan bir bardak su doldurdu, oğluna götürdü. Suyu içince tekrar uyuyan oğlunu öpüp salona geçti. Ekranı kapanan bilgisayarı tekrar açtı, yanıp sönen imgeye baktı bir müddet. Ne yazıyordu acaba? Bütün dikkati dağılmıştı. İlham da insana öyle ha deyince gelmiyordu ki. Umutsuzluk, bıkkınlık, yılgınlık… Hepsi koca bir kaya olup oturmuştu göğsünün tam ortasına.

“Hayatım, sen gelmiyor musun kahvaltıya?”

Kocasının sesiyle aniden irkildi.

“Anneee, çişim geldiii!”

Yatak odasından bebeğin ağlama sesi duyuldu. 

Bilgisayarın başında öylece kalakaldı. Bir yazıyı tamamlayabilmek için ne kadar bölünmemiş zamana ihtiyacı vardı?