Akşam vakti. Yaşı yetmişlere dayanmış olan kadın, odada yorgan yüzlemekle meşgul. Hemen yanında oynadığı, ders çalıştığı ya da bir şeyler boyadığı belli olmayan bir çocuk var. Deminden beri elinde bir kalem, dikkatli bir şekilde defterin sayfasını karalamakta. Yaşlı kadın, yorganı bir an önce bitirip yatmak istiyor olmalı ki çocuğun ne yaptığıyla ilgilenmiyor.
— Nine?
— Evet, yavrum.
— Telefonun ne zaman çalışır?
— Telefonum bozulmadı ki yavrum.
— Pili mi bitti peki?
— Yoo, pili de bitmedi. Neredeyse her gün şarj ediyorum.
— Dün pili bitmemiş miydi, nine?
— Hayır, yavrum. Zaten bu telefonu bir kere şarj ettin mi 3-5 gün gidiyor ya.
Bir süre ikisi de sessizliğe büründü…
— Ne oldu, yavrum? Niye sordun?
— Rüyamda babamı gördüm. “Niçin aramıyorsun?” dedim.
— Ee, o ne dedi?
— “Ninenin telefonu kapalı. Onun için arayamıyorum.” dedi.
— Hımm. Seni özlüyordur o zaman.
— Gerçek mi? Babam da beni özler mi, nine?
— Özlemez olur mu hiç? Elbette özler.
— Özleseydi arardı ama…
— Ee, belki arayamıyordur. Belki onun telefonu bozulmuştur.
***
Aynı ev, aynı oda, aynı yaşlı kadın ve aynı çocuk. Bu sefer ikisi iki taraftan işlerini bitirip akşam çayını da içtikten sonra yatmak için hazırlanıyorlar. Kadın kapıları kilitledikten sonra elektrikli ısıtıcıyı ayarlayıp yatağına doğru yönelmişti ki çocuk yatağın başından seslendi:
— Nine, telefonunu şarja takayım mı?
— Gerek yok aslında. Ama yine de şarja koy da sabah namazını kaçırmayalım, dedi yaşlı kadın, kitap okurken kullandığı gözlüğünü çekmeceye koyarken.
— Telefonun şarjı biterse geç mi kalkarız?
— Tabii, yavrum. Her sabah bizi o uyandırıyor ya.
— Babamı da mı telefon uyandırıyordur?
— Evet, bence babanı da telefon uyandırıyordur. Şimdi telefonsuz yatan kimse yok.
— O hâlde babamın telefonu da çalışıyordur, değil mi nine?
— Çalışmaz olur mu? Baban akıllı insandır. Muhtemelen çalışıyordur.
— Peki, babamın telefonu da çalışıyorsa, seninki de çalışıyorsa, o zaman niçin bize telefon etmiyor?
— Ee… Ne bileyim, oğlum. Belki parası yoktur, kontörü bitmiştir.
Nine bunları söyledikten sonra ışığı söndürdü.
***
Ertesi gün, çocuk yataktan kalkar kalkmaz, “Nine, bugün okula gitmek istemiyorum.” dedi, Ninesi ne olduğunu anlamadan ona baktı.
— Niçin oĝlum?
— Hocamız, “Yarın kitaplar için toplayacağımız 200 Som’u getirin. Para getirmeyenler okula gelmesin.” demişti.
— Oğlum, ben sana dün o parayı vermiştim ya.
— Nine, ben onu babama gönderdim.
— Ne! Nasıl gönderdin, oğlum?
— Arkadaşım Maksatbek’in babası da gurbete gidiyormuş. Benim babamı görürsen ver, diyerek ona verdim.
— Baban ne yapar ki o kadarcık parayla? Allah Allah!
— Bizi aramak için kontür alsın, nine! O beni özlese de kontörü olmadığı için arayamıyor olmalı!
— Vay yavrum, vay! Nereden sana o lafı söyledim!
— Ne yani, babam beni özlememiş midir?
— Bilmiyorum yavrum, bilmiyorum. Şimdi sana ne diyeceğimi de bilmiyorum.
***
Yaşlı kadın, kapının önünde, kovadaki sütü kaymak makinesinden geçirmekte. O sırada telefonu çalmaya başladı. Kendini işe kaptıran kadın, kaymak makinesinin gürültüsü de olunca telefonun sesini duymadı. Ama az yanında oynamakta olan çocuk duydu.
— Nine! Nine! Telefon! Babam arıyor! Telefon!
— Hani? Hani? Telefon nerede?
— Al, nine, al! Cebine bak! Aç nine, çabuk! Çabuk ol!
— Alo! Alo, Coomart! Coo… Ha! Fatima, sen misin? Torunum Belek, “Babam arıyor.” dedi de ondan… Ee, sen nasılsın? İyi misin? Ne yapıyorsun? Beyin nasıl? Ne, misafir mi? Kızın mı geliyormuş? Ee, işte, ihtiyarlık. He ya! Kalabalık mı? Ay, çaydanlık desene? Kırıldı mı? Çok şükür, canın sağ olsun. Tamam, tamam! Şimdi gönderirim. Şimdi. Evet, tamam… Haydi güle güle.
— Kimmiş? Babam değil miymiş?
— Yok, oğlum. Fatima imiş. Komşumuz var ya. Çaydanlığı kırılmış da acil bizimkini istiyor. Hadi koş, götürüver.
— Ben gitmem!
— Ne! Neden peki? Olur mu şimdi, yavrum? Aa, sen ağlıyor musun?
— Niçin uzattın lafı?
Çocuk ağlamaya başladı.
— Bu numarayı arama desene! Telefonu meşgul etme, Belek’in babası arayacak desene ona. Oğlum, oğlunu özlüyor ama arayamıyor. Dün Belek ona para gönderdi, bugün bizi arayabilir, desene!
***
Gecenin bir vakti. Karanlık odada yaşlı kadın ile çocuğun konuşmaları duyuluyor.
— Belek, yavrum, sen niçin hep babam, babam diyorsun? Anneni unuttun mu yoksa?
— Hayır, unutmadım.
— O zaman niçin onu da sormuyorsun?
— Ben, ona küstüm.
— Neden?
— O her gün “Paramız bitti, o bitti, şu bitti. Biz de herkes gibi gidip çalışalım. Şehre gidelim, oraya gidelim, buraya gidelim. Sen de herkes gibi Rusya’ya git de çalışsana.” diye diye babamın başının etini yedi. Sonra da bizi bırakıp birlikte gittiler. Eğer annem öyle demeseydi, biz şimdi hep beraber mutlu mutlu yaşardık.
— Yavrucuğum, hayat böyle işte. İkisi de gidip çalışmazsa artık buralarda yaşamak zorlaştı.
— Paramız yeterdi. Zaten bana paranın da gereği yok. Bana sadece babam gerek. Parasız da olsa babam yanımda olsa bana yeterdi. Ben ondan oyuncak da istemezdim, şeker de elbise de istemezdim. Sadece beraber olsak yeterdi…
***
— Belek, yavrum, telefonum nerede? diye sordu yaşlı kadın namazdan sonra.
— Ben aldım, nine.
— Neden aldın ki?
— Sen namazdayken babam ararsa cevap veririm, dedim.
— Ha! Tamam, şimdi onu getir. Sabah namazı için alarmı kurayım.
***
Her zamanki oda. Dışarda yağmur yağıyor. Yağmurun soğukluğu odanın içine kadar ulaşıyor. Yaşlı kadın elinde bir ilaç ve bir bardak suyla yatakta yatmakta olan torununun yanına oturdu.
— Belek, oğlum. Belek’im, hadi gel şu ilacını iç.
— Nine, ben bundan sonra anneme küsmem.
— Ah, zavallı yavrucuğum. Hasret ateşi dediğin böyle işte. O annenin kulakları çınlasın. Anne-baba küçücük çocuğu bırakıp paranın peşinden gurbete gittiler.
— … Nine, biliyor musun, ben bugün rüyamda senin dediğin gibi Peygamberimizi gördüm. O, bana “Annene küsme. Anne herkesten kutsaldır.” dedi.
— Ah, yavrucuğum benim! Rüyana canım feda olsun! Rüyana canım feda!
— Nine, ben ilacı de içmek istemiyorum.
— Niye, oğlum. İlaç içmezsen ateşin düşmez, iyileşemezsin ki.
— Olsun, nine. İyileşmeyeyim, hep hasta olarak kalayım.
— Ne diyorsun, yavrum? Öyle laf mı olur? İnsan iyileşmek istemez mi hiç?
— Hasta olarak kalmak iyi değil, nine. Ama ben hasta olup da ölürsem babamla annem gelir ya. Onlar gelsin diye öyle istiyorum.
— Sus, oğlum benim. Öyle deme. Kötü kötü konuşma.
***
Yağmur kesilmiş olsa da havadaki bulutlar henüz dağılmamıştı. Odada dört kişi var. Çocuğun yatağının başında bir erkekle bir kadın sessizce bekliyor. Yaşlı kadın ise çaresiz kalmış bir tavırla diğer duvarın dibindeki yatağa oturmuş, başı ellerinin arasında düşünüyor. Uzun süredir ağlamış olmalı ki gözleri şişmiş.
— Belek, oĝlum, Belek! Biz geldik, bak. Geldik, biz… dedi, çocuğun karşısındaki otuzlu yaşlardaki erkek. O, çocuğun babasıydı.
Çocuk bu ses karşısında çok fazla hareketlenemedi. Ancak birkaç kez öksürebildi. Ateşi oldukça yüksekti. Alnından aşağı soğuk terler akıyordu. Bir süre sonra:
— Peygamberim, sen misin? Sen mi geldin bana? “Annesi-babası gelmeyenlerin yanına ben gelirim.” demiştin. Ben seni de çok bekledim. Babam da annem de gelmedi. Sonra sen de geciktin. Hiçbiriniz rüyama da gelmediniz… Ben hepinizi özledim… Beni burada yalnız bırakmayın…
— Belek, oğlum, sen ne diyorsun? Belek, biziz. Annen, baban. Sen hasta olmuşsun, Belek. Senin hasta olduğunu duyar duymaz hemen yola koyulduk. Belek, hadi, aç gözünü. Biz geldik…
— Peygamberim, sen onlara kızma. Belki onlar benden daha güzel çocuk bulmuşlardır. Belki ben onlara güzel bir çocuk olamamışımdır. Ama ne olursa olsun, ben onları hep bekleyeceğim. Cennete gir, deseler de girmeyip Cennet’in kapısında bekleyeceğim. Nasıl olsa mutlaka yanıma gelirler. Önünde sonunda oraya gelirler.
Çocuğun biraz hareketlendiğini ve kendi kendine konuştuğunu gören nine başını yavaşça kaldırdı. Gözlerini sildikten sonra oldukça üzgün bir şekilde çocuğun yatağının başına geldi. Eliyle alnının terini sildi. Çocuğun alnı oldukça soğuktu. O sırada bir şey dikkatini çekti. Çocuk nefes almıyordu sanki.
— Belek! Oğlum! Yavrum! Belek! Belek’im! Beleek!…