Her gün yeniden doğar gibi açıyorum bilgisayarımı ama bu doğuş acı veriyor. Bir kere daha uzaktan dokunmaya çalışacağım memleketime, çocukluğumun geçtiği sokaklara, gençliğimin kutlu şehri İstanbul’a, oğlumu ilk kucağıma aldığımda şaşkınlıkla beni tanımaya çalışır gibi gözlerime baktığı Mersin’e, sonra Mevlana’ya misafir gittiğim Konya’ya, hasılı yıllardır ayak basamadığım tüm o topraklara. Google Maps’te bir gezinti daha… Gözlerimden süzülürken yaşlar, zihnimin derinliklerinde hatıraları canlandırmaya çalışırken parmaklarım sabırla tıklıyor haritanın üzerinde. Ekrandaki kare kare görüntüler, bir zamanlar soluduğum havanın, adımlarımı izlediğim yolların, soluk ve dijital birer gölgesi gibi.

Önce doğduğum eve gidiyorum. Eskiden kapısında top oynadığımız, bazen annemin seslenişiyle telaşla içeri koştuğum o ev… Çocukluğumun sığınağı, en masum anılarımın saklandığı yer. O evde annemin sesini, babamın kahkahasını, kardeşimin koşuşturmasını duyar gibi oluyorum. Bir anlığına, tekrar o eski günlerdeyim. Sokak lambasının altında oturup akşam serinliğini beklediğimiz günler… Ama gerçek hızla geri geliyor; fark ediyorum ki mahalle değişmiş, o ev yıkılmış ve yerinde kimliksiz, ruhu emilip karartılmış başka bir bina duruyor, ben ise artık yalnızca dijital hayaletlere sarılabiliyorum.

Sonra mahalleye doğru ilerliyorum. O dar sokaklar, tanıdık köşeler… Her köşede bir anı, her duvarda bir iz. Arkadaşlarla geçirdiğimiz sayısız saatler, mezarlık dekorlu okul yolunda yaptığımız konuşmalar, bir zamanlar hayatımın en önemli noktalarıydı. Şimdi ise uzak, soğuk ve erişilmezler. Onları yalnızca Google’ın sunabildiği bu dijital haritalar üzerinde bulabiliyorum.

Karnım acıkıp da bazen canım köfte çektiğinde, her zamanki gibi sevdiğim lokantaya uğruyorum. O eski lezzetlerin kokusunu alamıyorum elbette ama anılarımda onların tadını yeniden yaşıyorum. Gözlerim kapalıyken bile canlanıyor o tatlar. Oysa açtığımda karşımda sadece bir ekran, üzerinde anımsadığım o sokak görüntüleri var. Lokantanın önünden geçen insanlar, o tanımadığım yüzler… Ben de onlardan biriydim bir zamanlar ama şimdi sadece bir yabancıyım, geçmişin peşine düşmüş bir yolcu.

Bir de sevdiğim park var. Gençlik yıllarımın en özgür anlarını geçirdiğim, cuma günleri boğaz kıyısındaki okulum bitince hemen koştuğum yer; Yıldız Parkı. Orada yürüyüp ağaçların altında hayaller kurar, dudaklarımda farklı esmaların zikriyle yürür, yürür, yürürdüm. Şimdi sadece ekrana dokunarak o ağaçların arasında dolanıyorum ama ruhum o parkta, geçmişin içinde kaybolmuş durumda. Sanki o eski ben, hâlâ orada bir yerlerde; hayallerini gerçekleştirmek için bekliyor.

Okulun hemen üstünde, Yıldız Parkı’nın yanında âdeta boğazın mânevi bekçisi gibi duran Yahya Efendi Camisi’ni de unutmadım. Bazen güvenliği kafaya alıp gittiğim bazen de duvardan atlayıp kaçtığım o manevi atmosfer… Yatsı namazı öncesi kadim ve metruk mezarların arasında Fatihalar, Yasinler okuyarak dolaştığım ruh dinlendirici mekânlar…

Kapanış gezintilerim ise hep aynı… Kartal’ın sahilinde uzun bir yürüyüş, mezarlığın yanında başlayan keçi zortlatan yokuşu, kan ter içinde yavaş adımlarla tırmanıp eve varış… Elbette rutini kırdığım anlar da yok değil. Bazen Üsküdar’ın sahilinde Kızkulesi’ne karşı çekirdek ve çay, bazen Eskihisar’ın o huzur dolu sokaklarında gezip sahildeki küçük camide sabah namazı ya da dualar birikince Eyüp Sultan’a uğrayıp ardından Piyer Loti’de bir kahvaltı kaçamağı…

Google Maps, benim için bir zaman makinesi gibi. Fakat bu makineyle ne geçmişe ne de geleceğe gidebiliyorum; sadece anıların soluk izlerinde dolaşabiliyorum. Memleketimden uzak olduğum bu yıllar içerisinde bir gün geri dönebileceğimi umuyor ve şimdilik bu dijital gezintilerle yetiniyorum. Her biri kalbimde derin izler bırakıyor, her biri bir parça daha koparıyor benden. Hasretin ne kadar derin olduğunu, insan memleketinden bu kadar uzak kalınca daha iyi anlıyor. Gözlerim ekrana takılıp kalıyor; ruhum ise çoktan memleketime dönmüş durumda. O bildik sokaklarda dolaşıyor, eski anıların izini sürüyor.