Kış mevsiminin, yılın kendine ayrılan sahnesinden çoktan çekilmiş olduğu ve yerini bütün zarifliğiyle ilkbahara devrettiği günlerden birini yaşıyoruz. Bahar, bugün de görkemli kostümünün eteklerini sürüye sürüye arzıendam ediyor. Narin dallarına sımsıkı sarılmış olan beyaz ve pembe çiçekler, hoş bir mevsim esintisine baş eğercesine, farklı ritimlerde salınıp duruyorlar. 

Biz de bu güzel bahar manzarası eşliğinde, iki tarafı kır çiçekleriyle bezenmiş yollardan ruh dinginliği içinde yürüyoruz. Nereye mi? Romanya’nın başkenti Bükreş’in en güzel tarihî yerlerinden biri olan Dimitrie Gusti Ulusal Köy Müzesi’ne. Fakat müzeye ulaşabilmemiz için bir parktan geçmemiz gerekiyor. Anlayacağınız müzenin girişi bu parkta. “Ne parkı?” dediğinizi duyar gibiyim. Burası Bükreş’in en geniş alana sahip parklarından biri olan Herastrau. İsterseniz şimdi hem yürümeye devam edelim hem de bu güzel parkı genel hatlarıyla biraz tanıyalım. Ne dersiniz?

Herastrau Parkı

Rumence adı Parcul Herăstrău olan Herastrau Parkı, Bükreş’in kuzeyinde, Herastrau Gölü’nün çevresinde bulunan büyük bir park. Toplamda 1.1 km² alana sahip olan bu parkın 0,7 km²’sini park ile aynı adı paylaşan göl oluşturuyor. Önceleri burası tamamen bir bataklıktan ibaretmiş. 1930 ve 1935 yılları arasında boşaltılarak 1936’da park olarak açılmış. Park, biri doğal, diğeri de Köy Müzesi’ni kapsayan alan olmak üzere iki bölüme sahip. Ortasındaki gölün, Colentina Nehri’nin antropojenik göller zincirinin bir parçası olduğu biliniyor. Herastrau Gölü’nde küçük teknelerle gezinti yapılabiliyor. Bu, parka ilk defa gelen herkesin yaşamak isteyeceği zevkli bir deneyim. Fakat defalarca gelenler, hâliyle göl kenarında oturup harika manzarayı ve tekne turu yapanları seyretmeyi tercih ediyor. 

Herastrau Parkı’nın tasarımları Ernest Pinard ve Friedrich Rebhuhn adlı iki mimar tarafından yapılmış. Friedrich Rebhuhn İngiltere, Fransa ve İsviçre’de çalışmış bir Alman peyzaj mimarı imiş. 1910 yılında Romanya’ya gelmiş. Burada kendisine Bükreş şehrinin bahçecilik bölümünün başkanlığı teklif edilmiş. Hatta tarihi ve hikâyesiyle Bükreş’in en güzel parklarından biri olan Cişmigiu Parkı, onun adıyla anılıyor. 1922’den itibaren Kraliçe Maria’yı saray bahçelerindeki etkinliği düzenlemede desteklemiş. Yetenekli ve üretken bir peyzaj mimarı olan Rebhuhn, bitki kompozisyonunun (ağaçlar, çalılar, çiçekler) oluşturulmasında katkıda bulunmuş. Sokakları ise Rumen mimar Octav Doicescu tasarlamış.

Park, tarihi boyunca Ulusal Park (Parcul National), II. Carol Parkı (Parcul Carol II) ve IV. Stalin Parkı (Parcul IV. Stalin) olarak anılmış. Bu soyadına sahip olduğu zaman parkın girişinde bir Stalin Heykeli varmış ama 1956 yılında yıkılmış. Şu anda yaklaşık olarak aynı yerde Charles de Gaulle’nin heykeli bulunuyor.

Parkın bitki örtüsü, çeşitli yaprak döken (akçaağaç, dişbudak, kavak, söğüt, ıhlamur) ve reçineli (buxus/şimşir, ardıç, taksus/porsuk ağacı, hor çiçeği, spirea, lonicera) ağaç ve çalı türlerinden oluşuyormuş. Ayrıca Rabindranath Tagore’un doğumunun yüzüncü yılını kutlamak için 1961’de dikilmiş Tagore’un meşe ağacı ve Japonya İmparatoru tarafından bağışlanan Japon Bahçesi’ndeki çiçekli kiraz ağaçlarının korunan ağaçlar olduğu biliniyor. Bunlardan başka parkta ağlayan dalları ve beyaz benekli yaprakları olan çeşitli Japon akasyaları da yetişiyor. 

Nisanda buraya gelinir de Japon Bahçesi’ne uğramadan dönülür mü hiç? Özellikle kiraz ağaçlarının çiçek açtığı bahar günlerinde bu bahçe, birçok Bükreşlinin favori uğrak yerlerinden olmalı ki bugün de tabiri yerindeyse hıncahınç dolu. Sade bir yaygının üzerinde yorgunluk atanlar, profesyonel fotoğraf makinelerine poz verenler, efsane kiraz çiçekleriyle kaplı dallar altında yürüyüş yapanlar… Bu hayat dolu kalabalığın arasından birkaç fotoğraf karesi yakalamaya çalışıp hoş hislerle buradan ayrılıyor ve adımlarımızı ana istikametimize çeviriyoruz.

Dimitrie Gusti Ulusal Köy Müzesi

Parkta biraz uzunca ama oldukça zevkli bir yürüyüşün ardından müzenin kapısına ulaşmış bulunuyoruz. Belli bir ücret karşılığında biletlerimizi alıp içeriye giriyoruz. Müze, her gün saat 09.00’dan 17.00’ye kadar açık. Giriş, yetişkinler için ücretli iken emekliler ve öğrenciler belirli bir indirime tabi. Çocuklar ve gaziler gibi özel konuma sahip bazı bireyler için ise ücretsiz.

Buraya üçüncü gelişimiz. O yüzden epeyce tecrübeli sayılırız. Aslında tahmin edeceğiniz gibi her yapının önünde onunla ilgili bilgileri Rumence veya İngilizce olarak okuyabilirsiniz. Bir rehber eşliğinde dolaşmanıza gerek yok. Tabii ki bizim gibi biraz ön araştırma yapmanızın mutlaka katkısı olacaktır. Biz yavaş yavaş evlerin olduğu alanlara ilerlerken ben daha önceden müze hakkında okuyup araştırdığım bilgilerden bazılarını sizinle paylaşayım.

Romanya’nın başkenti Bükreş’te bulunan ve Rumence adı Muzeul Satului olan Dimitrie Gusti Ulusal Köy Müzesi, Herastrau Gölü’nün kıyısında bulunuyor. Dolayısıyla güzel bir konumda. Müze, Avrupa’da kurulmuş Stockholm’daki Skansen Müzesi gibi açık hava müzesi olup aynı zamanda dünyadaki etnografik koleksiyonlarından birine sahip. 10 hektarlık alana yayılmış olan bu otantik mekân, 17’nci ve 20’nci yüzyıl arasına ait olan köy yapılarını içeriyor. Yapılar, Romanya kırsal mimarisini sergilemek üzere seçilmiş ve bulundukları yerden getirilip parkın içinde yeniden inşa edilmiş.

Dimitrie Gusti Ulusal Köy Müzesi’nde Transilvanya, Banat, Muntenia, Oltenia, Dobruca ve Moldova’dan getirilen ev, kilise, samanlık gibi 300’den fazla mimari yapı yer alıyormuş. Bunların içinde teknik tesislerin, kuyuların, haçların ve bir de salıncağın bulunduğunu söylemeden geçmeyelim. Ayrıca eski ahşap bir kilisenin, bir yel değirmeninin, bir yer altı evinin ve Romanya köyünden bir kapının buraya zenginlik kattığı kuşkusuz. Evlerin yanı sıra evlerin sahipleri de hayvanları ile birlikte köylerinden getirilmiş ve Bükreş’in ortasında, yaşamlarını köylerindeki gibi sürdürmeleri için ortam oluşturulmuş. Müzedeki çitler; ahşap, dal ya da kerpiçten yapılmış. Söz konusu yapıların içinde duvar halılarından sedirlere, dantel ile diğer el işlemelerinden her çeşit mutfak eşyalarına kadar -döneminde bir evde ne bulunuyorsa- hemen hemen hepsini görmek mümkün.

Müze, Bükreş Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Başkanı olan Dimitrie Gusti’nin 1925-1935 yılları arasında yaptığı disiplinler arası saha araştırmaları sonucu geliştirilen vizyon doğrultusunda planlanmış. 1936 yılında iki ay içinde de bir “sosyolojik müze” olarak kurulmuş. Resmî açılışı 1936’da Kral II. Carol’un huzurunda gerçekleşmiş. Prof. Gusti açılış töreninde: “Bin senelik gelenek bizi çevreliyor ve bu ülkedeki bütün köylerden yapılma bu tuhaf köyün sokaklarında canlarımıza bürünüyor.” şeklinde konuşmuş. 

1940 yılında Basarabya ve Bukovina topraklarının Sovyetler Birliği’ne bırakılmasından sonra başkente gelen göçmenlerin müze binalarına yerleştirilmesine karar verilmiş. Göçmenler, başka bir alternatif yer bulunamadığından dolayı 1948 yılına kadar müzenin arazisinde kalmışlar ve bu süre içinde yapılar epeyce zarar görmüş.

1948 yılında Gusti’nin öğrencisi Gheorghe Focșa yönetiminde müze yeniden açılmış. Artık bir “sosyolojik koruma alanı” olmaktan çıkarılıp bir etnoğrafya müzesine dönüştürülmüş ve 4,5 hektarlık arazi 9 hektara kadar genişletilmiş. 1978’de eski Romanya Sosyalist Cumhuriyeti Halk Sanatı Müzesi ile birleşmiş ve 1990’a kadar Halk Sanatı Müzesi adı altında hizmet verdikten sonra yeniden bağımsız bir müze hâline gelmiş. Müzenin Bükreş dışına taşınması gündeme geldiyse de bu gerçekleşmemiş.

Biz, harika bir nisan gününde tertemiz havayı içimize çeke çeke müzeyi gezmeye devam ediyoruz. Bütün yapıları tek tek gezmemiz mümkün görünmese de gözümüze kestirdiklerimize kısa süreliğine girip çıkıyoruz. Genel olarak iki oda ve küçük bir sofa şeklinde tasarlanmış evlerin içinde iğneden ipliğe bütün ev eşyası ve mutfak gereçleri yerli yerinde. Bu inceden inceye tasarım, diğer ziyaretçiler gibi bizim de dikkatimizden kaçmıyor. Ziyaretçi demişken, uğradığımız her evin önünde abartılmayacak oranda bir kalabalık bulunuyor. 

Evlere girer girmez her hanım gibi benim de ilk dikkatimi çeken görüntüler, nakış işlemeleri oluyor. Ucu dantelli perdeler, sedir örtüleri ve yastıklar, bütün albenileriyle âdeta objektiflerimize poz vermiş vaziyette karşımızda duruyorlar. Mutfak bölümünde kazandan tencereye, ibrikten bakır cezvelere, iki kulplu yayvan tavalardan fincanlara kadar bütün mutfak gereçleri, geçmiş üç asrın yaşam kültüründe nostaljik seyahat ettirmeye yetiyorlar. Hele ki güzelim nisan güneşi ve bahar çiçeklerinin renkli manzarasında, evlerin avlularında mini turlar atmaya doyum olmuyor. Avluların bir köşesindeki fırınlardan, o dönemlere has lezzetli ekmeklerle pidelerin dumanının gözümüzün önünde tüttüğünü hissediyoruz. 

Sadece müzenin içinde yaklaşık iki, iki buçuk saat kadar dolaşmış oluyoruz. Bu gezintiye kilise ile değirmenleri görmeyi, göl kıyısında soluklanmayı ve hediyelik stantları dolaşmayı da dâhil edebiliriz. Siz, bu süreyi ziyaret saatleri kapsamında istediğiniz kadar artırıp eksiltebilirsiniz. Fakat giriş ve çıkıştaki kısa park turunu da bu zaman dilimine eklersek neredeyse yarım gününüzü buraya ayırmanız gerekecektir.         

Geziden Geriye Kalanlar

“Bir geziden geriye ilk olarak ne kalır?” diye kendimize sorsak öncelikle yorgunluk deme ihtimalimiz yüksektir. O olmazsa olmaz zaten. Biz öncelikle o tatlı yorgunluğumuza eklediğimiz güzel bir ilkbahar hatırası ve albümümüzü zenginleştirdiğimiz fotoğraflarımızla buradan ayrılıyoruz.

Buna ek olarak küçük bir hediyelik hatıra almayı da ihmal etmiyoruz. Ziyaret günümüz paskalya günlerine denk geldiği için kendimizi çok talihli sayabiliriz. Çünkü normal günlerde az çeşitlilikte takılar, ufak tefek süs eşyaları ve bir miktar el örgüleri bulunuyorken bugün birçok cazip ürünlerin sergilendiği stantlar mevcut. Yerel folklor kıyafetleri, el emeği göz nuru tablolar, tabaklar, fincanlar bunlardan bazıları. Belki siz de bizim gibi şanslı gününüzde olur ve zengin hediyelik eşyaların sergilendiği bir günde bu güzel açık hava müzesini gezebilirsiniz. Fakat burada satılan her ürünün normalden biraz daha pahalı olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bu da bütün turistik mekânları gözümüzün önüne getirince normal olarak algılanabilir. 

Sonuç olarak; müze gezmeyi sevenler için Rus, Türk, antik ve Orta Çağ etkisi altında kalan Güneydoğu Avrupa’daki yaşamı yansıtan Dimitrie Gusti Ulusal Köy Müzesi’nin harika bir tercih olduğunu söyleyebiliriz. Modern yapıların sardığı Bükreş sokakları arasında geleneksel Romanya evlerini ve kırsal hayatı gözler önüne seren bu sosyolojik müzeyi gezerken Romanya’daki 17. yüzyıldan günümüze kadar yaşanan değişimleri de  görebilmek ayrı bir zenginlik. Hatta sadece bu müzeyi gezmek için bile Bükreş’e gidilebilir, desem abartmış olmam herhâlde. Artık bu yazıyı okuduktan sonra gezi planınıza belki de bu güzide müzeyi de eklemiş olabilirsiniz. Şimdiden iyi gezmeler.

Kaynaklar

Doca, G. Necat, B. (2018). Romence’yi tek başına öğren, Türkler için dil dersleri. Romania: Niculescu.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Dimitrie_Gusti_Ulusal_K%C3%B6y_M%C3%BCzesihttps://tr.m.wikipedia.org/wiki/Her%C4%83str%C4%83u_Park%C4%B1

https://ro.wikipedia.org/wiki/Parcul_Regele_Mihai_I_al_Rom%C3%A2niei

https://www.youtube.com/watch?reload=9&app=desktop&v=aSAfNj9KHvs

https://www.ytur.net/gezi-rehberi/bukres/dimitrie-gusti-ulusal-koy-muzesi.html