İbrahim ter içinde uyandı. Giydiği yarım kol beyaz fanilasının çoğu yeri sırılsıklam olmuştu. Son günlerde sıklıkla gördüğü aynı rüya onu oldukça sarsıyordu. Rüyadan uyanınca kendini harese yemiş deveye benzetirdi. Devenin ağzını kanatan otu ısrarla yemek istemesi gibi o da yüreğini parçalayan sahneleri görmek için dua ederek yatağa giriyordu. Son günlerde, akşam öğününde alması gereken ilaçları da ihmal etmişti. Yaz aylarında bile örtünerek uyudukları yün yorganı üzerinden atmadan yatakta karısı Fadime’yi aradı. Odada tek olduğunu anlayınca kalkıp fanilasını değiştirdi. Hava tamamen aydınlanmadığından duvardaki saati güçlükle okuyabildi. Sabah namazı vakti girmişti. Gardırobun kapısını kapatıp perdeyi açtı. Temmuz ayı başlamış olmasına rağmen hava bu saatlerde serindi. Kapının arkasında asılı duran hırkasını giyip odadan çıktı.
Fadime’yi her zamanki yerinde, pencerenin önündeki kanepede, kucağında Kur’an okurken buldu. Kur’an okumayı ellili yaşlarda öğrendiğinden genelde büyük boy Mushaf’ları tercih ediyordu. İnce uzun parmağını sağdan sola hareket ettirirken göğsü inip kalkıyor ve dudaklarından değişik sesler çıkıyordu. İbrahim kapıdan, karısı Fadime’yi seyrederken, elini ıslanmış kır saçlarının arasına götürüp kafasını kaşıdı. Kafasından çıkan ses ile karısının ağzından çıkan sesler birleşince bir iş makinası gürültüsü duyulur gibi oldu. Kulağında çınlayan bu sesle banyoya gitti. İbrahim ve karısı uzun süredir dış dünyadaki seslere kapalı daha çok kendi iç alemlerindeki sesleri duyuyorlardı. Abdest alırken aynada yüzüne baktı. Yaz ayları gelince burnu önce kızarır sonra da derisi pul pul dökülürdü. Herhangi bir alerjisi yoktu ama cildi çok hassastı.
İbrahim salonda serili duran seccadede namazını kıldı. Karısı kucağındaki insan suretli kırlenti kanepeye bırakıp ayağa kalktı. Fadime’nin boyu kocasının boyundan uzundu. Elindeki Kur’an’ı raftaki “Anatomiye Giriş” kitabının yanına koyarken oğlunun lise mezuniyet fotoğrafına baktı. Fotoğrafın sağ alt köşesinde “1998 Süleyman Demirel Fen Lisesi Mezunları” yazılıydı. “Zaman ne çabık geçiyor” diye söylenerek basma eteğini ve lacivert bluzunun üzerine giydiği kahverengi yeleğini düzeltip namaza başladı. Duası her zamanki gibi uzun sürdü. Seccadeyi katlayıp vitrinin çekmecesine koyduktan sonra koltukta oturan kocasına döndü.
-Bögün Kemal gelecek.
-Habarım var.
-Buzlukda gıyma varıdı, çıkardım. İç hazırlayacam. Fırına götür de etli ekmek yapdırıver. Hasan’a da söyle, gevrek bişirsin! Geçen günküler ataş görmemişdi.
– Bu sefer de yanmış diyecen oğlanın bişirdiğine. Gafa gidik zaten senin.
-Tamam tamam… Çarşıya çıkınca şeker almayı da unutma! Yarın bayram, çocuk çoluk gelir gapıya.
-Ne ilazımsa yaz, unudurum ben.
-Başka bi şiy gerekmez. Dolapda süzme yoğurd var. Yanına da ayran yapacam.
– O icceni getirir zaten. Sen merak itme!
– Bak! Oğlan gelince yidiğine içdiğine laf itme sakın. Senin dilinin ayarı yok!
-Tamam hanım, gızdırmayız oğlunu. Ne içerse içsin. Gendi içip hastalarına içmeyin mi diyecek?
– Ne diyecekse diyecek. Golay mı tıp okumak? Gafasında saç galmadı oğlanın. Demek ki ziğnini böyle topluyor.
İbrahim karısının sözünü kesti.
– Hep İzmir’e gidince başladı bu meredlere. Isbarta’da yurtda galırken disiplin vardı. Okul didin mi sıkı olacak. Keşke “askeri okul” gazanınca oraya yollasaydım.
– Daha ne istiyon sen? Bak dokdor babası da oldun. Hinci ki gençler hep aynı. Ne yapalım? Ciyala da icecek içki de…
-Hanım ben onun iyiliği için diyom. Canına yazık! Zaten ufak defedi, yumruk gadar galdı oğlan! O benim ciğerim, paşam! Haydi ciyala neyse de içkiye başlamasaydı iyiydi.
-Ne yapalım, başladı. Kemal Isbarta’ya giddinde daha çocuğdu. Hem okudu hem çalışdı. Yazın Akşehir’e gelip tatil mi yabdı sanki? Her tatili vişne ağaçlarının, kiraz ağaçlarının depesinde geçdi.
-Ben bilmiyo muyum sanki? Keşke yokluk olmasaydı da daha golay okutsaydık.
Ortalık tamamen aydınlandı. Açık pencereden gelen kuş sesleri gittikçe çoğaldı. Daire birinci katta olduğu için sokaktan ayak sesleri de duyulmaya başladı. Fadime kocasına:
-Ben çay goyyom. Fırın açılmışdır. Sen de git, ekmek al. Gavaltı yapalım. diyerek mutfağa girdi.
İbrahim gazete kağıdına sarılmış sıcak somunları koluna sıkıştırdı. Ekmek kokusu ile yan bahçeden gelen sulanmış toprak kokusu birleşti. Burnuna gelen bu koku yetmiş yıllık hayatının özetiydi. Son sekiz sene onu çok yormuştu. Geceleri gördüğü kabuslar da olmasa yaşamanın bir manası kalmayacaktı. Yavaş yavaş yürürken, elini cebine attı. Sigara paketi zannettiği şeyin, cüzdanı olduğunu anlayınca çıkarıp içini açtı. Kahverengi saçları henüz seyrekleşmemiş, her zamanki gibi, pembe yanaklarının ortasından kocaman gülümsemeyle bakan oğlunun yeşil gözlerine odaklandı. Fotoğrafı baş parmağıyla okşadı. “Sen benim bitiremediğim ömrümün hasadısın!” diyerek cüzdanı kapatıp cebine koydu.
Kapıyı açınca, genzi kızarmış biber kokusuyla doldu. Mutfağa girip, “Ege Üniversitesi” armalı kupadaki ılık su ile ilaçlarını içti. Aynı ilaçları karısı da kullanıyordu. Fakat ne ilaçların ne de gittikleri seansların bir faydasını göremiyorlardı. Teybin sesi kızartma yağından çıkan sesi bastırıyordu. Bu evde sakin bir hayat yaşanmasına rağmen genelde hareketli şarkılar çalınırdı.
-Biber acı galiba!
-Heee, acıymış. Fırına bunnardan da götür! Paşa sever acıyı. Biraz da sütlaç yapacam. Başka ne yapsam acaba?
– Hanım çok da abartma istersen. İki lokma yiyip çıkar, gızı görmeye gider. Hem arkadaşlarını da önsemişdir. Sanki senin için mi geliyor?
-Bizim için geliyor tabi. Huysuzlanma sen de! Bak dokdor babası da oldun. Daha ne istiyon? Haydi salona geç! Sofrayı oraya guracam.
Kemal’in anneler günü hediyesi olarak aldığı yemek takımına hazırlanmış kahvaltı masasına oturdular. Masaya dizilen tabakların sayısı diğer günkülerden oldukça fazlaydı. Servis tabakları, bıçaklar, beyaz peçete… hepsi Kemal’in beğendiği gibi dizayn edilmişti. Akşam yemeği ve sonrasında kurulacak sofraların provası yapılıyordu.
Kahvaltıdan sonra İbrahim çarşıya gitti. Fadime yatağı toplayıp gardırobun kapılarını açtı. Kemal’in kıyafetlerinin kendi kıyafetlerinden fazla olduğunu gördü. “Hepisine nafdalin gokusu sinmiş. Paşa bana gızacak. Bunnları yiniden yuyup ütüleyen.” diye söylenerek beyaz önlükleri askıdan aldı. Sadece önlükler değil tişörtlerin çoğu da beyazdı. Kot pantolonları toplarken “Bu oğlan bu donların içine nasıl sığıyo?” diyerek dudaklarını büzüp ellerini iki yana açtı. Aynı hareketi oğlu da yapardı. Böyle yaptıklarında ikisinin de yüzlerinde onlarca kırışık belirirdi. Kanvas şortların altındaki çeyizlik hurcun içinde, giyilmiş ama yıkanmamış bir takım kıyafet vardı. Bu kıyafetlere dokunamadı. Bazen hurcu açar ve kocasıyla birlikte kıyafetlerden gelen kokuyu içlerine çekerlerdi. Alt raftaki kutuyu açtı. Siyah beyaz kutunun içinde halı saha kıyafetleri vardı. “Bunnarı da hazırlayan.” diyerek kutudaki Beşiktaş formalarını çıkardı ve işe koyuldu.
İbrahim eve geldiğinde, Fadime mutfaktaki hazırlıklara devam ediyordu. Bu sefer evin her yerini yayla çorbasının üzerine dökülmek için eritilmiş tereyağı kokusu sarmıştı. Evdeki koku ne olursa olsun onlar hep aynı şeyi hissederlerdi. Evin duvarlarına genzi yakıp gözü yaşartan kekremsi bir koku sinmişti. Fakat diğer insanlar bu kokuyu hissetmiyorlardı.
– Geç galdın İbili, nirdeydin bu saate gadar?
-Mahalledee okulun bağçasında oturdum biraz. Çocuklar top oynayyorlardı. Onlara bakdım.
-Tembel tavıklar gibi her gün oraya düneyyon. Osanmadın mı orada oturmaya? Kürşat’a diyecem: O daşı ordan galdırsın. Sen de rahat it, mahalleli de rahat itsin. Ne yapacan elin çocuklarının topunu? Sanki gendi oğlanların mı oynayyorlar?
İbrahim, “Ben de senin kanepeni kaldırtacağım.” diyecekti ama bunu söylemeye bile gücünün kalmadığını fark etti. Sessizce salona geçti. Eskiden o taşın üzerinde oturur ve oğlunun attığı golleri gururla seyrederdi. Elleriyle değil, yüreğiyle alkışlardı çocuklarını. Büyükçe olan kırlenti kafasının, iki küçük kırlenti de ayaklarının altına koyarak Fadime’nin kanepesinde uzandı. Yorulduğunda böyle yapmasını ona Kemal söylemişti. Biraz dinlendikten sonra ayağa kalktı. Karısına seslendi.
-Paşa’nın halı saha ayakkabılarının önü açılmışdı. Ünal’a götürem de tamir iddirem.
-Götür, götür! Ben de namaz gılıp sofrayı hazırlıyacam.
Fadime sofrayı hazırlayıp düğüne gidecekmiş gibi giyindi. Her zamanki yerine yani pencerenin önündeki kanepenin köşesine sokağı görecek şekilde oturdu. Daha Fadime’nin zihninden geçip gözlerini kilitlediği sokakta canlanan birinci hatıra bile bitmemişti ki, İbrahim elindeki poşetlerle içeri girdi. Tamir ettirdiği ayakkabıları dolaba yerleştirdi. Yatak odasına gidip lacivert takım elbisesinin içine beyaz gömleğini giydi. Hiç konuşmadan gelip karısının yanına oturdu. Her ikisinin de gözleri saatte, kulakları kapıdan gelecek sesteydi.
Zil çalınca heyecanla koştular. Fadime kapıyı açtı. Karşılarında küçük oğlu Kürşat ve torunları Kemal’i gördü. Altı yaşlarında kahverengi saçlı, yeşil gözlü çocuk dudaklarını büzüp ellerini iki yana açtı.
-Babaanneeee! Hazır mısınız? Sizi almaya geldik. Önce mezarlığa gidip Doktor Amca’mı ziyaret edeceğiz, sonra da hayvan pazarına… Haydi!
Güzel bir hikaye, sürpriz son. Beklenen güzellikte.
Teşekkür ederim hocam.
Bizleri duygusal mevsimlere sürüklediniz. Teşekkür ederim emeğinize sağlık.
Her türlü farklı hissiyatı okurlarına tattıran sıcak ve samimi bir hikaye olmuş, her ne kadar sonundaki acı sürpriz o tadı buruklaştırsa da… Elinize sağlık.