Değerli Okurlarımız,

Temmuz ayı ile birlikte zamanın aheste aktığı, hafızaların güneş ışığında silikleşip yeniden yazıldığı yaz günlerine adım atmış bulunuyoruz. Mevsimin kalbi gibi çarpıyor saatler; uzaklara dalan bakışlar, çocuklardan yayılan gülücükler, erimeye yüz tutan dondurmalar… Kimi için bir esin çağrısı kimi için bir kurgunun son dönemeci… Gölgelere sığınan hayaller, kâh bir şiirin kıyısına kâh bir anının eşiğine konuyor. Hasılı Helezon, yeni sayısına temmuzun sıcaklığını ve mevsimin feyzini taşıyor. Sözcüklerin ılık esintilere karıştığı hoşça bir edebiyat yolculuğu dileğiyle… 

Bu yolculuğun ilk durağında, yüzüne âdeta doğanın ışığı vurmuş bir yaz denemesi karşılıyor bizi. “Yaz gelince”, toprak güneşle pişerken ağaçlar sabrın meyvelerini dallarına takıyor. Rengârenk çiçekler ve enfes kokular, bu faslın kalbinden doğuyor. Gök alabildiğine açık, kiraz ağaçlarının gölgeleri serin; bahçelerde hanımeli, tarlalarda başak… Yalnızca bir mevsim değil demek ki yaz; biraz alın teri, bolca hasat ve bir küme hatıralar dizisi. İşte onca güzellik ve bereketli suskunluk, usta bir kalemin izinde dile geliyor; akıcı, içten ve sempatik. 

Gözlerimizi, yazın alımlı yüzünden kaldırıp Kırgız bozkırlarına çeviriyor ve manzum bir arayışın peşine düşüyoruz. Ünlü şair Colon Mamıtov’un ritmik mısralarından Türkçeye süzülen içli sesinde soluklanıyoruz bir an. Bu, sıradan bir özlemin değil; kökleri insanlığın kadim yalnızlığına uzanan derin bir arayışın sesi âdeta… Kalabalıkların ortasında bir bakış, bir nefes, bir sima arar gibi; rüzgârlı bozkırlarda izi silinmiş bir yoldan usulca geçer gibi. Hepimizin iç dünyasında yer etmiş olup da zaman zaman fısıldadığımız o eksik cümle gibi: “Seni ararım.”

Bazen sessiz bir arayış da “bir küçük mezar” başına götürebilir insanı; buruk, dokunaklı bir hatıranın rotasında. Bir topun peşine düşüp de hayatla ölüm arasındaki çizgiyi adımlatan, ölümün suskunluğunu çocuksu nazarlarla okutan bir hatıra bu. Hem de tahta bir levhaya soluk harflerle yazılmış “Memed” adında saklı kalan bir dostluğun, çocukça örgülenmiş ve sessiz bir vefanın fısıltısı olarak… Bu etkileyici anının her paragrafı, bize şu soruyu da usulca hatırlatmayı başarıyor: Unutmak mı daha zor, yoksa hatırlamaya cesaret etmek mi? 

Zihnimiz böylesine derin bir sorunun cevabıyla meşgulken birden “temmuz” sızıyor penceremizden içeri. Hangi mevsim vardır ki toprağın uyanışını bir sır gibi fısıldarken defter arasındaki kuru bir gül yaprağında saklı hatıraları bu denli zarafetle taşır bugüne? Hem de karanlıkları uğurlayan ateş böcekleri, avuçlara konan sevinçler, ince ince yağan yağmur damlaları ve soluklara karışmış bir yaz gecesi rüyası eşliğinde… Öyleyse şimdi uzak diyarlardan sesleri duyulan Zümrüdüanka’nın kanatlarına tutunup gökten yıldızlar toplama ve bu güzel şiiri mısra mısra okuma vakti.  

Bir şiirin dizelerinde kaybolduğumuzu sanırken gizemli bir “duvar” çıkıyor karşımıza. Fakat taşla, tuğlayla değil; anılar, kaygılar, kırgınlıklarla örülmüş bir duvar. Sayılar, semboller, takılar da onun bir yüzü. Her yüzük bir sitem, her simge bir yakarış belki… Peki, insan ne zaman kendi kurduğu duvarların ardında kaybolur? Takılar zırh mıdır yoksa kaçış mı? “Duvar”, modern zamanın görünmeyen yüklerini ve geçmişin gölgesinde kalan kırgınlıkları psikolojik derinlikle anlatan bir hikâye; hem de ferdin kendi iç dünyasında inşa ettiği surlarına usulca dokunarak.

 Her zaman duvarların arkasına saklanmaz insan; bazen de rüyalara sığınır. Zira rüyalar, yalnızca arzuların değil, bastırılan özlemlerin ve kıyıda köşede kalmış hatıraların da yankısıdır. Peki, rüyalarında aslan kovalayan, zebralarla koşup zürafaların fotoğraflarını çeken fotoğraf sanatçısı, “İnsan neyi özler?” sorusuna nasıl cevap verirdi acaba? Fotoğraf ile öyküsü; kaybolanla kurulan bağın, çocukluğun ve evin barkın sessiz izlerini taşıyor. Her karede biraz yitirilmiş zaman, her cümlede azıcık rüya var. Ve hepsinin içinde, kesilmiş bir incir ağacının gövdesinden sızan sessiz ağıt… 

Bu gizemli düşlerden ve sessiz ağıttan, sevmekle susmak arasında kalmış “ürkek” bir şiirle ayılıyoruz. Dilin en kırılgan yerinden konuşuyor mısralar; imgeler, bir travma izi gibi geçiyor satır aralarından… Kimi zaman bir ninni gibi masum teşbihler, kimi zaman için için yanan yangın misali alevli… Sözcükler, uçsuz bucaksız çöllerde “Ahucan”dan kaçarken yine ona koşuyor; “Mecnun”un “Leyla”ya koşması gibi. Şiir, âdeta her dizesiyle kalbin çivili duvarlarında yankılanan şu köklü soruyu yeniden fısıldıyor: Sevmek gitmek midir, yoksa ses etmeden kalmak mı?

Bir yokluk, insanda ne kadar iz bırakabilir? Giden mi yalnızlaşır, yoksa geride kalan mı? Serin bir hazan vakti, kalbin derinliklerinden süzülen “yokluğunla var olmak”, yalnızca bir ayrılığın ardından duyulan hüzün değil; aynı zamanda içe çöken bir varoluş sancısı. Her kelime, bir bakışın eksikliğiyle çizilmiş; her susuş, içten içe büyüyen bir özlemin yankısı. Öyle ki mektup, sonu getirilemeyen ama silinmesi de mümkün olmayan bir cümle gibi… Bütün bu özlemin ardında hâlâ usul usul tüten bir sevda olabilir mi?

Bazı şiirler, okuyucunun değil ruhun gözlerine yazılır. “Yağma”, tam da bu türden bir şiir! Bir eşik arayışıyla başlayan, sonra içten içe kendisiyle yüzleşmeye dönen şiir, dünyevî heveslere karşı bir başkaldırı, bir nefis sorgulaması âdeta. Hevesin pırıltılı maskesi düşerken, kalp kendini kıra döke sorguluyor: Hangi eşikte kaybettik yönümüzü, hangi hevesin kafesinde unuttuk kendimizi? Belki de bu şiir, dünyaya küsmenin değil, kemal olanı aramanın hassas bir hâli. Günün sonunda dilinin perişan olduğunu söyleyen şair, su misali saflığa sarılmayı arzuluyor. 

Yalnızlık, bir çöküş değil midir evvela; ardından gelen sessiz bir yükseliş?  Kalabalıklar içinde sessizce yok olurken, aslında kendine doğru derin bir yolculuğa yani “yalnızlığın seması”na çıkar insan. Ruhunun en karanlık odalarında özüne yaklaşır ve içindeki kırıklarına bakar. Kırıldıkça yine içinden sızan ışıkla aydınlanır içindeki karanlık dehlizleri. Öyleyse yalnızlık bir eksiklik değil; insanın kendini bulabilme, sessizliğin tam ortasında kalbinin gerçek sesini duyabilme yolculuğudur. O hâlde dervişlerin yıllar süren inzivaları, belki de bu iç sesi duymak için değil midir?

Bazı şiirler vardır; yağmurla ıslanır, güneşle ısınır, rüzgârla titrer. “Turkuaz mavisi” de işte bu türden bir şiir! Bir rüyanın sesiyle uyanmak, toprağın diliyle konuşmak, sam yeline gülüp geçmek gibi… Şiirde sözcükler; kışların beyazına, yazların sıcağına, hazanların göçüne tutunarak ince bir sarkaç gibi salınıyor mısralardan. Dize dize akıp giden yıllar, kayıp çocuklukların ıssız gölgelerine tutunuyor, yosun tutan taşlara yaslanıyor, bir çam dalında kanat çırpan kuşlarla yeniden nefes alıyor. Belki de bu şiir, arayanlara bir hâl, bulanlara bir haledir. 

“Sena” başlıklı kûfî hat, gelenekten beslenen modern bir soluk niteliğinde arka kapağımızı süslüyor. Sekiz kollu yıldız formunda tertip edilmiş olan yazı, geometrik düzenin içinde saklı, hem merkeze hem de dışa doğru açılan bir anlam labirenti sunuyor. Simetrik yapısı ve tekrarlayan motifleriyle, kelimeleri âdeta görsel bir dua hâline getiren bu zarif kompozisyon, tercih edilen siyahın asaleti ve bakırın sıcaklığıyla apayrı bir ahenge sahip. “Sena”, harflerin iç dünyasına gözlerle olduğu kadar kalple de bakmayı ima eden ayrıcalıklı bir davet…

Bu harika görselle birlikte 45. sayımızın takdimini tamamlamış bulunuyoruz. Bu arada bütün yazar, şair, sanatçılarımıza; özellikle de kıymetli görsel tasarım ve sosyal medya ekibimizle yayın kurulumuza teşekkür ederiz. Helezon’un temmuz sayısı, yazın ortasında durup “Şimdi neyi bekliyoruz, neyi hatırlıyoruz, neyi özlüyoruz?” sorularının cevaplarıyla haşir neşir olduğumuz bir edebiyat durağı. Belki bir cümle bir çocukluk anısını, bir dize bir iç sesin yankısını çağrıştırır. Unutmayınız ki her yazı, okundukça tamamlanır; paylaştıkça değer kazanır. Yeni sayılarda buluşmak dileğiyle. İyi okumalar.

Sağlıcakla kalın!