Rumeli boşalıyordu. İstanbul’da yer kalmamıştı. Selâtin câmilerini tıka basa Rumeli Muhâcirler dolduruyorlardı. Ağabeyim Galatasaray Sultânîsi’ne gidiyordu. Bir gün vakitsiz eve gelmiş kanepeye uzanmış ağlıyordu. Anneme sordum:
– Ağabeyim rahatsız mı?
– Yok hasta değil. Vatanı için ağlıyor. Selanik’i Yunanlar almış.
Ben de küçük iskemlemi aldım. Odanın bir köşesine çekildim, ellerimle yüzümü kapattım. Başladım hüngür hüngür ağlamaya.
Hakikaten, harp aleyhimize dönmüştü. Hezimet hezimet… Bulgar, Çatalca’ya kadar gelmişti. Düşman topları İstanbul’dan duyuluyordu. Evlerin camları sarsılıyordu. Felaket…… (Can, 2017).
Bu ifadeler, dev bir imparatorluğun çöküşüne, Balkan ve I. Dünya Savaşlarına, Millî Mücadele dönemine ve yeni bir devletin doğum sancılarına şahit olan Münevver Ayaşlı Hanımefendi’ye aittir.
Doğumu ve Eğitimi
Ayaşlı, 1906 yılında Selanik’te doğmuş olup aslen Konya Türkmenlerindendir. Dört yaşındayken Selanik’in düşmesi nedeniyle İstanbul’a taşınmışlardır. Babası Miralay Cafer Tayyar Bey’in görevi dolayısıyla küçük yaştan itibaren Osmanlı coğrafyasının çeşitli yerlerini dolaşmak zorunda kalan Ayaşlı, 1914 yılında Halep’e ve sonrasında da Beyrut’a gitmek zorunda kalır.
Beyrut’ta yaşadığı sürede Fransızca öğrenir. Bir süre sonra Alman Mektebi ve Paris’te Collège de France ile École des Langues Orientales’e devam eder. Burada Arapça ve Farsçanın yanı sıra ünlü şarkiyatçı Louis Massignon ile Henri Massé’den tasavvuf dersleri alan Ayaşlı, onların teşvikiyle İslam tasavvufuna yönelir. Bu arada Stuttgart Kraliyet Konservatuvarına devam eder. Ayrıca İstanbul’da Alman asıllı bir hocadan arkadaşı Fatma Rikkat Kunt ile beraber piyano dersleri de alır.
1930 yılında Ankara’da iş ararken Viyana Büyükelçisi Sadullah Paşa’nın oğlu Nusret Sadullah Bey’le tanışır ve daha sonra onunla evlenir. 1934 yılında soyadı kanunu çıkınca, eşinin soyunun Bünyâmin Ayâşî’ye nispeti sebebiyle Ayaşlı soyadını alırlar. Hariciyeci olan eşinin görevi dolayısıyla uzun süre saray ve konak çevrelerinde zengin bir kültür muhiti içinde bulunur (Akyıldız, 2011).
Hayatında her şeyin yolunda gittiğini düşünürken aniden annesini, sonra da eşini kaybeder. Art arda gelen bu kayıplar onda hayata karşı ciddi bir küskünlük meydana getirir. Fakat zamanla acılarını bir nebze de olsa unutturduğunu düşündüğü dolma kalemini alıp yazmaya başlar. Bununla ilgili kendisi şöyle der: “Hayatta yapayalnız kaldıktan sonra, 1947 senesinde yine yazıya ve gazeteciliğe başladım. Bir gün hayat mücadelemde, kalemimin bana yardımcı olacağını hiç düşünmemiştim. Hâlbuki kalemin ne kadar mübarek ve mukaddes olduğunu bize Kuran-ı Kerim emreder.” (Kartal, 2017).
Yazarlık Dönemi ve Vakıf Kurması
Bu şekilde hayata bağlanan Ayaşlı, 1947 yılında Yeni İstanbul gazetesinde yazmaya başlayınca ölüm düşüncesinden biraz olsun uzaklaşır. Bu gazetede Merak başlığı ile günlük hatıralarını ve hayatını kaleme alır. Zamanla bu tarzda yazılarını Sabah ve Yeni Asya gazetelerinde de yazmaya devam eder. Bir gün kendisine yazıları hakkında soru sorulduğunda şöyle der: “Görebilmek, duyabilmek ve bir devri rivayetiyle, dedikodusuyla nakletmek, tarihe ve tarihçiye en büyük hizmettir. Tarihçi bu yazıları ayıklasın, istediklerini alsın, istemediklerini bıraksın” (Kartal, 2017).
Kendisi gazeteciliğe başladığı süreçle eş zamanlı olarak tasavvufla da ilgilenir. O yıllarda bir fırsatını bulup hacca gidip geri döndüğünde herkes kendisine Hacı Anne şeklinde hitap eder. Hac vazifesini yapmış olmanın verdiği maneviyatın hazzıyla Bayramiyye tarikatına bağlanır. İçinde yaşadığı yalıda Ayaşlı Vakfını kurar. Bu vakıf aracılığıyla 56 yıl tezhip, ebru, tasavvuf musikisi ve Mesnevî dersleri verdirir. Dolayısıyla bir dönem yalının salonları eğitim ve zikir törenleriyle şenlenir. Onun bu gayretlerine bir örnek ise son devrin Mesnevîhanlarından Şefik Can Hoca’dır. O şöyle diyor:
Biz bir zaman tarihçi İsmail Hami Danişmend’in evinde cumartesi günleri toplanırdık, oraya o devrin birçok şairleri, edipleri, tanınmış hanımları gelirdi. Onlar arasında Münevver Ayaşlı Hanımefendi’yle tanıştım. Sonra o beni beylerbeyindeki yalısına davet edince o şekilde tanışmış olduk. Ondan sonra onun evinde vefat edinceye kadar Pazar günleri Mesnevî takrir ederdim ve epeyce de dinleyici gelirdi. Hatta Mevlânâ’nın torunlarından Celaleddin Çelebi de ailesiyle gelirdi (Küçük, 2024).
Bu bahsi edilen yalı, boğazdaki en geniş cepheli yalılardan biri olup Ayaşlı burada, vefat ettiği 1999 yılına kadar yaşamıştır. Devrin ileri gelenlerince bir Osmanlı aristokratı olarak görülen Ayaşlı’nın, Necip Fazıl ve Abdülhak Hamid ile sıkı bir dostluğu da vardır.
Eserleri ve Muhtevaları
O, roman ve hatırat türü eserlerinde, yakından tanıdığı Osmanlı hanedanı mensuplarıyla Cumhuriyet döneminin bazı seçkin ailelerinin hayatını, Türk halkının örf, âdet ve geleneklerini anlatır. Kendisinin bizzat yaşadığı, fakat bugün artık masal olmuş eski İstanbul’un giderek kaybolan maddi ve manevi güzellikleri onun hikâye ettiği konuların başında gelir (Çeri, 2008).
Eserlerinde genel olarak, yerli kültürü savunan bir kısım muhafazakâr aydınlar gibi Tanzimat’tan sonra başlayan Batılılaşma fantezisini uygun bir dille eleştirir. Bu yüzden sonu ölümle biten bir aşk hikâyesinin konu edildiği, birbirinin devamı mahiyetindeki üç romanında, çöken imparatorluktan yeni kurulan Cumhuriyet’e geçerken kuşaklar arasındaki kültür çatışmasını işler (Çeri, 2008).
Ülkemizin yakın tarihi açısından büyük önem taşıyan hatıralarında, küçük yaştan itibaren tanıdığı siyasî ve edebî şahsiyetlerle bizzat şahit olduğu önemli olaylar hakkındaki şahitliklerini aktarır. Özellikle Teşvikiye’de oturduğu 1930’lu yıllarda dönemin önde gelen şahsiyetlerinden olan Abdülhak Hâmid’den Yahya Kemal’e, Necip Fazıl’dan Âsaf Hâlet Çelebi’ye, İsmail Hami Danişmend’den Mithat Cemal Kuntay, Namık İsmail ve Burhan Toprak’a kadar oldukça geniş bir şair, yazar ve ressam kadrosunu yakından tanıması hatıralarını daha da çekici hale getirir ki 1973 yılında Gördüklerim Bildiklerim adıyla o hatıraları yayımlar. Ayrıca Haminne’nin Suret Aynası eserinde ise 51 portreyi bir araya getirmiştir. Bunlar o devirde yalısını ziyaret eden siyasetçi, edebiyatçı ve sanatçının yazarın kendine has üslubuyla anlattığı kimselerdir (Yardım, 2024).
Ayaşlı gerek çocukluk yıllarını Rumeli topraklarında geçirmesi dolayısıyla hayatının sonuna kadar kaybedilen bu coğrafya için gözyaşı döker. Yazar, Rumeli ve Muhteşem İstanbul adlı eserinde, kaybedilen Rumeli topraklarını ve yitirilen insanlarımızın hayat hikâyelerini işler. Rumelilinin Evlad-ı Fatihan olması bu eserde hüzünlü bir şekilde anlatılır. Dolayısıyla o, içinde duyduğu hicranı bir vesileyle şöyle dile getirir:
Ben bir imparatorluk çocuğuyum. Şöyle ki; Manastır’dan Sarıkamış’a, Hopa’ya kadar Türk bayrağı altında, pasaportsuz seyahat edilirdi. İlk mektebe Halep’te gittim. İkinci Mektebe Beyrut’ta devam ettim. Binaenaleyh şimdi oraları başka bayrak altında görmeye el’an tahammülüm yoktur. Selanikli olmam babamın askerî vazifesiyle vuku bulmuştur (Küçük, 2024).
Eserlerinde ısrarla üzerinde durduğu mesele, onun eski İstanbul ve asırlar içinde teşekkül eden Boğaziçi medeniyetidir. Özellikle bu amaçla kaleme aldığı Dersaâdet’te II. Meşrutiyet sonrasından başlayarak Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar olan dönemin İstanbul’unu, bir bakıma taşıyla toprağıyla, yalısı ve köşküyle, daha da önemlisi İstanbullu denilen insanlarıyla bir portresini çizer. (Uçman, 1976).
Ayaşlı’nın, ilk olarak 1984’te basılmış eseri olan Edep Ya Hu, eskiye ait gelenek görenek ve âdetlerin unutulması veya terk edilmesi neticesinde bir nevi geçmiş kültürü hatırlatmak için yazılmış bir eserdir. Eserde; “Osmanlı sarayındaki âdet ve merasimler, Cuma selamlığı, dinî bayramlar, cülus törenleri, düğün ve sünnet merasimleri, sarayda ve haremde yaşananlar, Sultan Abdülhamid’in tahta çıkışı, Sultan Mehmed Reşad’ın mizacıyla ilgili bilinmeyenler, saray sofraları ve ikramlarla ilgili detaylar, sarayda üç ayların nasıl yaşandığı, Osmanlı’da kiler kültürü, Türk mutfağı ve Ramazan sofralarıyla ilgili unutulmaya yüz tutmuş ilgi çekici teferruatlar ve devrin meşhur isimlerine dair hikâyelerden oluşur.” (Ayvazoğlu, 1997).
1984 yılında Türkiye Yazarlar Birliğinin Üstün Hizmet Ödülü’nü alan Ayaşlı, eserlerinde cumhuriyet kültürünü çoğu zaman eleştirmiştir. Osmanlı kültürünün özlemiyle yaşayan Ayaşlı, merkezi Vefa’da bulunan İlim Yayma Vakfı’nın kurucuları arasında yer alır. Kendi çocuğu olmadığı için Hasan adında bir çocuğu evlat edinmiştir. Osmanlının son döneminde yaşanmış birçok felakete tanık olmuş bu isim, 20 Ağustos 1999’da 93 yaşındayken yaşadığı yalıda vefat etmiştir.
Bibliyografya
Akyıldız, A. (2011). Sürgün Sefir Sadullah Paşa. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Ayvazoğlu, B. (1997). Defterimde 40 Sûret. Ötüken.
Can, M. (2017). Balkan Savaşında Düşman Çatalca’dan Neden Geri Döndü. Kelambaz.
Çeri, B. (2008). Münevver Ayaşlı Romanları. Paris
Kartal, H. S. (2017). Osmanlı’dan Cumhuriyet’e taşınan bir köprü: Münevver Ayaşlı. Lacivert Dergisi, sayı:33
Küçük, S. (2024). Yaşayan Son Mesnevîhan Şefik Can ile Röportaj. Semazen Akademik. https://akademik.semazen.net/author_article_print.php?id=829
Uçman, A. (1976). Münevver Ayaşlı İstanbul’u Anlatıyor. Hisar, 151, 18-19.
Yardım, M. N. (2024). Osmanlı’nın Muhacir Gelini. Romancılar Konuşuyor, Akıl Fikir Yayınları.
Güzel ve aynı zamanda doyurucu bir bilgi aktarılmış. Yazarı tebrik ediyorum.