Her sabah güneşin doğacağını biliyor olmamızdan mı gün doğumunu fark edemeyişimiz yoksa her gün görüyor olmamızdan mı? Ne güneşin doğuşu içimize neşe veriyor ne de batışı kalbimize hüzün… Bizim olana kayıtsızlığımız kaçınılmaz sanki. Duyarsızlaşıvermemiz, umursmazlığımız, körleşmemiz… Hâlbuki doğan güneş de bizim değil parlayan ay da. Bize ait değil, ne gören ne gördüğümüz. Yani demek istediğim sözümüzün geçmediğine nasıl bizim diyebiliriz ki?
“Bir zürafa silüetinden nerelere geldin?” diyebilirsiniz. Ne yapayım? Bir sabah kendimi safaride buldum. Güneş doğuyordu. Zürafaların güneşin doğuşundaki romantizmi düşündüklerini sanmıyorum. Sabahın ilk ışığında ağaçlardan nasip topluyorlardı yalnızca. Güneşin ilk ışığıyla pembeleşen gökyüzü, turuncu ve kocaman güneş onlara ne hissettirdi bilemem ama ben bir tuhaf oldum. Kaçırdıklarımı düşündüm, alıştığım için sıradaşanları. Bir yandan da deklanşöre bastım anılarda kalsın diye. Benim ve taze olarak kalsın istedim.
Çekim Bilgileri
Camera: Nikon Z50
Lens: Nikon 50-250mm
Diyafram: f6.3
Perde hızı: 1/2500
ISO: 640
Odak uzaklığı: 250mm