Dost… Ne kadar basit bir kelime ama yüreklerde derin bir iz bırakır. Hayatın sert rüzgârlarında savrulduğunda bir dost, sığınılacak bir limandır. Bazı insanlar kalabalık bir sofranın keyfiyle hatırlanır bazıları ise yalnızca sessizliğiyle. Dost dediğin, işte o sessizlikte bile insanın yüreğine dokunandır. Sessizce yanına gelir, konuşmadan omzuna dokunur ve her şeyin yoluna gireceğini hissettirir. O dokunuş, bazen bir ömre bedeldir. Fakat bugün o dokunuş, o liman nerede?
Modern dünyanın hızında, dostluklar yitip gitti. Bir zamanlar dost, insanın gündelik hayatının dokusunda yer alırdı; kapı eşiklerinde terliklerin durduğu, yoldan geçenin selamla içeri uğradığı bir dokuydu bu. Şimdi ise dostluk, anılarda ve eski mektuplarda saklı bir hazineye dönüştü. Kapılar kapandı, yollar ayrıldı. İnsanlar, bir dostu kaybetmenin acısını hissetmeden, o boşluğa alışır oldu. Artık dostluk bir ihtiyaç değil, çoğu kişi için “lüks”e dönüştü.
Oysa dostluk öyle bir şeydir ki yokluğu, ancak hatıralar dolup taştığında fark edilir. İşte o zaman, bir çayın buğusunda ya da eski bir sokak köşesinde, “Nerede o eski günler?” diye iç geçirilir.
Bir zamanlar mahallelerde dostluklar, hayatın ritmine karışan sıcak bir melodi gibiydi. Soba başında közlenen kestanenin kokusunda büyür ve çayın deminde, ekmeğin kırıntısında anlam bulurdu. O günlerde dost, sadece bir insan değil aynı zamanda bir evin açık kapısıydı; kapı eşiğindeki terlik, sofradaki fazladan bir tabaktı.
O sobanın başında kimler yoktu ki? Çocuklar, büyüklerin dizinin dibine oturur, hiç anlamadıkları konuşmaları dinlerdi. O konuşmalar, araya karışan kahkahalar ve dalgın bakışlarla, aslında bir kuşağın hikâyesini anlatırdı. Arada bir sobadan düşen bir odun parçasını yerine koyarken çıkan çatırtı sesi, kahkahalara karışırdı. Bazen kahkahalar aniden kesilir, derin bir hüzün çökerdi. Çünkü dostluk sadece neşeyi değil, hüznü de paylaşmaktı.
Komşu teyzenin bir tas sıcak çorbayla kapıya gelmesi, o sofranın zenginliğini artırırdı. Hiçbir şey konuşulmazdı belki ama gözler konuşurdu. Birbirine bakan gözlerin sessiz diyaloğunda, “Biz buradayız, sen yalnız değilsin.” derdi bir sıcaklık. Dostluk, insanı yalnızlıktan kurtarmazdı sadece; insanı “insan” yapardı.
Mahalle bakkalı, dostluğun sessizce filizlendiği yerlerden biriydi. Alışverişten çok bir dertleşme köşesiydi. Veresiye defteri, yalnızca borçların değil aynı zamanda paylaşmanın da kaydıydı. O defterde ekmeğin yanında insanlık da yazardı.
O eski günlerin sıcaklığı artık hatıralarda saklı. Bugün ise mahallelerde ve soba başında kahkahalar değil, apartmanların soğuk duvarları yankılanıyor. Kapılar kapalı. Bir zamanlar dostların içeriye rahatça girdiği ve “Bir çay içmeye geldim.” dediği o kapılar… Şimdi sıkı sıkı kapanmış, anahtarlar içeriden çevrilmiş. Kapının önünde duran ayakkabılar, yerini bir yalnızlığa bırakmış; artık kimse bir dostu ağırlamak için acele etmiyor. İçeri girmeye çalışan biri yok çünkü kimse artık dostunun kapısını çalmıyor.
Sokaklar sessiz. Çocukların kahkahaları duyulmuyor çünkü oyunlar dijital bir ekranın soğuk yüzeyine taşındı. Büyüklerin mahalle köşelerinde yaptığı sohbetler yerini telefon ekranlarında bırakılan hızlı yorumlara bıraktı. Artık herkes birbirine daha yakın görünüyor ama kimse gerçekten “orada” değil.
Eskiden bir çayın kokusu bile bir davetti. Çaydanlığın fokurtusu, kapının çalınacağını haber verirdi. Bugün o çay hâlâ demleniyor ama onun etrafındaki masalar boş. İnsanlar, yalnız başlarına çay içiyor; yanlarında bir dost oturmuyor. Çayın buharı yalnızca havaya karışıyor, sohbetin sıcaklığı ise kaybolmuş. Çayın sıcaklığı, yalnızlığın ağırlığını hafifletmeye yetmiyor.
“Zamanım yok!” diyor insanlar. Oysa dostluk, zaman ayırmayı ve değer vermeyi gerektirir. Hayat, zamanı nasıl harcadığını değil, kimlerle paylaştığını hatırlatır. Ama modern insan, hep bir şeylere yetişmek telaşında; ne dostlarını ne de kendisini bulabiliyor. Dostlarla geçirilen bir saat, hayatın telaşından çalınmış bir lüks gibi algılanıyor. Hâlbuki dostluk, zaman çalmak değil zamanı anlamlandırmaktır.
Modern insan hızlı yaşıyor ama derinlemesine yaşamıyor. “Nasılsın?” diyoruz fakat cevabını beklemiyoruz. Oysa eskiden bu soru sadece bir kelime değil, bir dertleşme davetiyesiydi. Bugün ise bir bildirim kadar kısa ve yüzeysel. Dostluk, hızın dünyasında derinlik kaybına uğradı.
Modern dünyanın sessizliği, insanı kendi yankılarıyla baş başa bırakır. Bugün, kapısı çalınmayan evlerin boşluğunda yankılanan tek şey, insanın iç sesidir. Ancak bir süre sonra o ses, yalnızlığın yükünü taşımaktan yorulur ve bir yankıya dönüşür. Kimseye anlatamadığın dertlerin, zihninde döne dolaşa seni kuşatır. O yankı, bir dostun eksikliğini iliklerine kadar hissettirir.
Bugün, birçok insan bu boşluğu dolduracak bir çözüm arıyor. Kapılar çalınmıyor, telefonlar sessiz. İnsanlar, içini dökecek birini bulamayınca psikologların kapısını çalıyor. Terapi, modern insanın dostsuz kalmış yüreğine bir sığınak gibi geliyor. Ancak o odada bir dost bulunmuyor. Çünkü bir psikolog insanı anlamaya çalışır; bir dost ise insanı anlamaya gerek bile duymadan, olduğu gibi kabul eder.
Bir terapi odasında anlatılan dert, genelde dudaklardan çıkar. Oysa bir dostla paylaşılan dert, yürekten akar. Bir dostun yanında susmak bile bir iyileşme biçimidir. Çünkü o suskunlukta anlam vardır, terapi odasının sessizliği ise çoğu zaman boş bir açıklama bekler.
Bir dost bulamadığında insan, bir kafede yalnız çay içer. Masada başka bir çay fincanı yoktur. Karşısında oturan bir dost değil, boş bir sandalyedir. Çayın buharı yükselir ama o sıcaklık yalnız bir ruhu ısıtamaz. O boş sandalye, insanın kendi içindeki eksikliği fark ettiği bir aynadır. Kimse o boşluğu görmez çünkü o, yalnızca bir sandalyeyi değil o kimsenin hayatındaki en temel kaybı temsil eder. Modern çağda dostluk eksikliği, yalnızca bir boşluk değil aynı zamanda bir kayıptır. Çünkü insan, dostsuz kaldığında sadece yalnız kalmaz; kendi gölgesine bile yabancılaşır.
Bir dostun yerini hiçbir şey dolduramaz. Çünkü dostluk, yalnızca birinin yanında olmak değil onun kendi yüreğinde de kök salmasıdır. Tıpkı bir ağacın toprağa kök salması gibi… O kök, yalnızca seni hayatta tutmaz; aynı zamanda seni rüzgârlara, fırtınalara karşı korur. Fakat o kök bir kez koparsa, insan hayatta kalır belki ama savrulur. Dost dediğin, hayatın bir kimseyi en çok savurduğu anlarda da yanında olduğunu hissettiren kişidir. Ve o kökün eksikliği, hayattaki diğer her şeyin tadını alır.
Bugün insanlar, bu eksikliği farklı şekillerde doldurmaya çalışıyor. Bazısı kariyerine sarılıyor bazısı sosyal medyada binlerce “arkadaş” edinmeye çalışıyor. Ama dostluk, bir “beğeni” veya bir “mesaj” değil; paylaşılan bir sessizlik, bir yük veya bir kahkaha demektir. Çünkü dostluk, bir tuşa basarak kurulmaz; zaman, sabır ve yürek ister.
Bir dostla oturulan masada sessizlik bile anlam taşır. Oysa yalnız bir masada, sessizlik insanın kendi iç sesine bile yabancılaşmasına neden olur. Hayatındaki eksik dostun yeri, bir boş sandalye gibi gözünün önünde durur. O boşlukla belki yaşamayı öğrenir insan ama onu kapatacak başka bir bağ bulamaz.
Bir psikolog insanı anlamaya çalışır, bir mentor yol gösterir, bir öğretmen yönlendirir. Fakat bir dost, tüm bunlara gerek duymadan, insanı olduğu gibi kabul eder. Dostluk, insanı bir sorun gibi çözmeye çalışmaz; onu olduğu gibi kucaklar. İşte bu yüzden, bir dostun sıcaklığı ve yargısız sevgisi hiçbir şeyle kıyaslanamaz.
Bir dost yoksa hayatta, her şey daha zor gelir. Başarılar, kutlayacak birinin olmamasıyla anlamsızlaşır. Sevinçler eksik, hüzünler ise ağır kalır. Çünkü mutluluk, paylaşıldığında çoğalır; acılar ise paylaşıldığında hafifler. Modern çağda insanlar bu paylaşımı kaybetti; yerine anlık hazları ve geçici bağlantıları tercih etti. Ama ne kadar kazansalar da yüreklerindeki o boşluğu dolduramadılar. Çünkü dostluk, yerini hiçbir şeyin dolduramayacağı kadar eşsizdir.
Bir dost vardı eskiden. Kapıyı çalmadan içeri girer, sobanın yanına oturur ve bir bardak çay isterdi. Çayın dumanı, sobanın çıtırtısıyla birleşir ve odaya yayılan sıcaklık yüreklere işlerdi. Sadece o oturmazdı yanına; beraberinde bir sıcaklık, bir güven, bir paylaşma hâli getirirdi. Şimdi o dostlar nerede? Şimdi çaylar yalnız demleniyor, masalarda boş fincanlar var.
Eskiden bir çayın kokusu, bir dostluğun başlangıcıydı. Yağmurun cama vurduğu bir akşam, sobanın başında toplanan insanlar arasında kahkahalar yükselirdi. Ama bazen, o kahkahalar bir anda kesilir, derin bir sessizlik odayı doldururdu. Çünkü dostluk, yalnızca gülmek değil, hüznü de paylaşmaktı.
Bugün o kahkahalar, o sessizlikler, sadece hatıralarda yaşıyor. Bir eski dostun adı duyulduğunda, gözlerinin önüne yalnızca bir yüz değil, bir sahne gelir: Çaydanlığın fokurdadığı, kahkahaların havada yankılandığı, yağmurun cama vurduğu bir sahne. O sahne yalnızca geçmişte değil, insanın içinde de bir iz bırakır.
Bir dostla geçirilen zaman, bir ömür boyu hatırlanacak bir anıya dönüşür. Ne var ki o anıları hatırladıkça, insanın içini burkan bir boşluk hissi belirir. Çünkü artık o dostların çoğu yoktur; belki yollar ayrılmış, belki de zaman alıp götürmüştür. O anılara özlem duyulur ama onlara geri dönülemez.
Eski günler, yalnızca hatıralardan ibaret değildir. Onlar, insanın yüreğinde saklanan bir hazinedir. Ama o hazineyi taşımak ağırdır. Çünkü o günlerin sıcaklığı, bugünün yalnızlığına daha çok dokunur. Bir çayın kokusu bile insanın burnunu sızlatır. Zira o koku, yalnızca bir çayın değil, dostluğun hatırasıdır.
Dostluk kayboldu diye sonsuza kadar yitip gitmiş değil. O eski sıcaklık, o içten paylaşımlar, o derin bağlar hâlâ bir yerlerde bizi bekliyor. Ancak onları bulmak için cesaretle kapıları aralamak gerek. Bir telefon, bir kapı zili, bir “Hadi bir çay içelim!” demek… Dostluğu yeniden kazanmanın ilk adımı bu kadar basit olabilir.
Belki uzun zamandır çalınmayan bir kapıyı çalmak için en güzel fırsat bugün. Belki tozlanmış bir defteri açmak, eskiden yazılmış bir mektubu okumak için doğru zaman. Dostluk, yalnızca beklemekle geri gelmez; onun filizlenmesi için bir adım atmak gerekir. İnsan, bir adım attığında o boş fincanların yerini yeniden dolan bardaklar alır. Masanın başındaki boş sandalye, bir dostun oturmasıyla tekrar anlam kazanır.
Modern çağın en büyük yanılgılarından biri, dostluğun kendiliğinden var olacağını düşünmektir. Oysa dostluk, bir ağacın büyümesi gibi ilgi, sabır ve emek ister. Eğer sahip olunan dostluklar korunmazsa, zaman onları da alır götürür. Ama emek verilirse, o bağ yeniden yeşerir.
Bir dostla geçirilen bir an, hayattaki en sıradan günü bile unutulmaz kılar. Birlikte susmayı, birlikte gülmeyi, birlikte hüzünlenmeyi… Dostluk, en sıradan anlara bile anlam yükleyen tek bağdır. Ve insan, bir dostu olduğunda sadece başkasıyla değil kendisiyle de barışır.
Belki de yapılması gereken tek şey, çayı demlemek ve kapıyı aralamaktır. Bir dost geldiğinde, onunla içilecek çay, yalnızca boğazları değil, yüreğini de ısıtacaktır. Çünkü dostluk, kaybedilmiş gibi görünse de yeniden kazanılabilecek kadar güçlü bir bağdır.
Belki de yapılması gereken tek şey, çayı demlemek ve kapıyı aralamaktır. Bir dost geldiğinde, onunla içilecek çay, yalnızca boğazları değil, yüreğini de ısıtacaktır. Çünkü dostluk, kaybedilmiş gibi görünse de yeniden kazanılabilecek kadar güçlü bir bağdır.
Bugünlerin geleceği ümidiyle
Cok guzel
Tebrikler. Güzel bir yazı kaleme almışsınız
“ Belki de yapılması gereken tek şey, çayı demlemek ve kapıyı aralamaktır. Bir dost geldiğinde, onunla içilecek çay, yalnızca boğazları değil, yüreğini de ısıtacaktır. Çünkü dostluk, kaybedilmiş gibi görünse de yeniden kazanılabilecek kadar güçlü bir bağdır.”
Yüreğinize sağlık,
Çayı demleyip, kapımızın aralanmasını beklediğimiz gibi, çayını demleyip kapısının aralanmasını bekleyen dostlar olduğunu, not düşmek istiyorum,
Yazılarınızın devamını bekliyorum
Vefa, dost bahçesinde biten bir güldür.
Geçici ve kısa haz ve beklentilerin arkasındakilerin dostlukları, işi ve menfaatleri ölçüsünde olduğundan vefaları da olmuyor.
Gerçekte, dost ve vefa, kıymet bilen insanların, verdiği değerdir.
Kıymet bilmeyen için ise, her şey anlık ve geçici..
Hakiki dostların sayılarını artırsın.
Çok teşekkür ederiz..kaleminize, yüreğinize sağlık, Nurettin hocam!
İçerim dost elimden zehr olsa değişmez,
Çekerim yar nazını. kahr olsa değişmez.
Dostluğun kıymetini ve ne denli önemli bir erdem olduğu ne güzel anlatılmış. Kalemine sağlık! Yazıyı okurken kendi dostluklarımı ve benim dostlarıma gösterdiğim sadakati düşündüm. Yazı, insanın içini ısıtıyor ve içten içe düşündüren türden. Devamını hasretle bekliyoruz.
Bazı konular vardır ki; eksikliği insanı derinden etkiler, eksikliğini hissettikçe nerde ahh o eski şeyler denilir ve yazılara dökülmeye başlanır, çünkü özlem şiddetini artırıyor, ve yazılara makalelere hikayelere konu olmaya başlıyor. Aslında bu yazı bir son’un varlığının da habercisi anlamı taşıyor.
Bundan sonra galiba “ahh o eski dostluklar” diyeceğiz gibi duruyor
“Eğer kapı aralıksa içeri girebilirsin” dediğimiz günler vardı eskiden…
Çok iyi bir posttur.
Duygusal hatıralarima goturdü. Dostlarla harcanan zaman yaşlılığa hesaplanmaz. Böylece gençliği, insanin “halâ var olduğunu göstermektedir.