Güzel bir yaz sabahı… Günün ilk ışıklarıyla birlikte düştük yola. Kahvaltımızı yol üzerindeki bir mola yerinde yapmayı planladığımız için ellerimiz boş sayılmazdı. Gezi grubumuz arasındaki görev dağılımına göre benim de payıma yolumun üzerindeki bir fırından simit almak düşmüştü. Dumanı üstünde ve mis gibi kokan simitler eşliğinde, daha önceden sözleştiğimiz durakta yol arkadaşımla buluştuk. Otobüsün kalkacağı ortak alana -sabahın erken saatleri olmasına rağmen- yoğun trafik nedeniyle biraz gecikmeli ulaştık. Bu, arka koltuğa razı olmak demekti. Başta buna canımız sıkılsa da yol arkadaşlarımızın pozitif enerjileri sayesinde arka koltuğun keyfini çıkarmayı başardık.

Böyle uzun bir girizgâhtan sonra “Peki, yolunuz nereye?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Hemen söyleyeyim: Rotamız, Bulgaristan’ın Karadeniz kıyısında yer alan Balçık kasabası. Dobriç ili sınırları içindeki bu kasaba, Romanya’nın başkenti Bükreş’e yaklaşık 300 kilometre mesafede. Bu da ortalama dört saatlik bir kara yolculuğu demek. Dobruca Platosu’nun yamaçlarına yaslanmış bu tarihî kasabayı yerinde görüp gezebilmek için şimdi yollardayız. Önümüzde göz alıcı manzaralara, şen şakrak kahvaltı molasına ve keyifli sohbetlere tanıklık etmeye hazır bir yolculuk görünüyor.

Beyaz Kentin Tarihçesi*

Güzel bir yolculuğun ardından nihayet Balçık’tayız. Balçık, Dobriç’in güneydoğusunda ve Varna’nın kuzeydoğusunda yer alan bir sahil kasabası. Dobruca Platosu’ndan denize doğru uzanan kent, beyaz kayalıklarından dolayı “Beyaz Şehir” olarak da anılıyor. “Balçık” adının, muhtemelen “küçük kasaba” anlamına gelen bir Gagavuz kelimesinden türetildiği ve Dobriç’e adını veren Orta Çağ hükümdarı Balik’ten geldiği düşünülüyor. Romanya sınırına oldukça yakın olan ve Osmanlı döneminde de önemli bir yerleşim birimi olarak kayıtlara geçen kasaba, tarihle tabiatın iç içe geçtiği bir hikâye gibi sanki. 

Balçık, tarih sahnesine antik çağlarda Dionysopolis adıyla çıkmış. MÖ VII. yüzyılda Yunan kolonisi olarak kurulan kent, Karadeniz’deki büyük bir doğal felaket sonrası tahrip olmuş ve VI. yüzyılın sonlarında tarih sahnesinden silinmiş. Orta Çağ kayıtlarına Karvuna adıyla geçen bölge, birçok Avrupa deniz haritasında önemli bir liman şehri olarak gösterilmiş. 1389’dan sonra Osmanlı yönetimine giren Balçık, kısa süreli Eflak egemenliğinin ardından yeniden Osmanlı hâkimiyetine geçmiş. XVI. yüzyılda kasaba, Osmanlı tahrir defterlerinde Varna kazasına bağlı küçük bir yerleşim yeri olarak kaydedilmiş. 

Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde, 1662 yılında Balçık’ı huzurlu bir kasaba ve işlek liman şeklinde betimler. Kasabada iki cami ve üç mescit vardır. Ünlü seyyah, özellikle iskeledeki -hem kıyıyı hem gönülleri aydınlatan bir kandil olan- Emin Camisi’nden söz eder. Aynı zamanda İsmihan Sultan Hamamı’nı anlatır ve iskelede büyük ambarların, tepelerde ise üzüm bağlarının bulunduğunu yazar.

Bugünkü Balçık, bir yerleşim yeri ve liman olarak ilk defa 1516 yılına ait Yavuz Sultan Selim dönemi tahririne dayanan, 1530’da hazırlanmış bir muhasebe defterinde zikredilir. XIX. yüzyılın başlarına kadar bir Türk şehri olarak kalan Balçık, 1828-1829 Rus işgali sırasında büyük yıkım yaşar. 1841’de Karadeniz limanlarının dış ticarete açılmasıyla yeniden gelişme gösteren kent, limanının doğal korunaklı yapısı sayesinde hububat ticaretinde önemli bir merkez hâline gelir. 

Peş peşe meydana gelen savaşlar ve siyasi antlaşmalar sebebiyle Bulgaristan ve Romanya arasında el değiştiren kent, son olarak 1940’ta Craiova Antlaşması’yla Bulgaristan’a katılır. Günümüzde yaklaşık 22.000 nüfusa sahip olan Balçık, tarihî yapıları ve doğal güzellikleriyle önemli bir turizm merkezi konumunda. Balçık Botanik Bahçesi de kasabanın en güzel mekânlarından biri.  

Balçık Botanik Bahçesi’nde Bir Tur

Balçık Botanik Bahçesi’nin girişindeyiz. Yan yana duran iki gişenin ilkinden Botanik Bahçe’ye 12’şer leva, ikincisinden de Maria Sarayı için 6’şar leva karşılığında biletlerimizi alıyoruz. Şimdi karşımızda âdeta en zarif kalemlerle çizilmiş ve şahane pastel renklerle boyanmış bir manzara var: Botanik Bahçe. Daha ilk adımlarımızı atar atmaz gül, lavanta gibi harika kokular sarıyor etrafımızı. 

Yaklaşık 65 bin metrekarelik oldukça büyük bir alana sahip olan parkta şelale, taş köprüler, konukevleri ve farklı türlerden oluşan gül bahçeleri bulunuyor. Botanik Park, Kraliçe Maria tarafından kurulsa da 1955 yılından sonra buraya özellikle kaktüs olmak üzere birçok bitki ve ağaç getirilmiş. 3000 civarında bitki türünü barındıran park, 200’den fazla kaktüs türüyle de Avrupa’nın en büyük kaktüs koleksiyonlarından birine ev sahipliği yapıyor. Ayrıca bahçenin, Sofya Üniversitesi tarafından çiçek ve bitkilerin bilimsel amaçla yetiştirildiği ve belgelendiği bir yer olduğunu öğreniyoruz. 

Duvar kenarlarına eğilmiş güllerin eşliğinde, inanılmaz renk cümbüşünün arasında ve eski taş yolların üzerinde yürümeye devam ediyoruz. Açık hava kaktüs koleksiyonunun içinde unutulmaz dakikalar yaşıyoruz. Patikalar boyunca yürürken, her dönemeçte başka bir mevsime rastladığımızı hissediyoruz. Yol kenarlarına halı gibi döşenmiş çimenlerin üstünde tatlı yaz yeli efil efil esiyor. Rengârenk çiçeklerin güzelliği, ara ara bahar coşkusunu yaşatırken patikalara yansıyan ağaç gölgeleri ve çeşmelerin serinliği günlerin sonbahara dönmeye meyilli olduğunu anımsatıyor. Yaklaşık bir saatlik yürüyüşümüze melodik kuş ve böcek sesleri eşlik ediyor. Botanik Bahçe’den ayrılmadan önce hatıra defterine bir iki cümle yazıp imzalamayı da ihmal etmiyoruz. 

Sessiz Yuva: Maria Sarayı 

Botanik Bahçe’deki rüya gibi bir turdan sonra kendimizi Maria Sarayı’nın önünde buluyoruz. Parkın mutena bir köşesine kurulmuş olan saray, ilk görünüşte kırmızı kiremitli çatısı ve heybetli beyaz duvarlarıyla göz dolduruyor. 20. yüzyılın başlarında Romen Kralı Ferdinand’ın eşi Kraliçe Maria tarafından yazlık saray olarak inşa ettirilen yapı, âdeta şehrin nabzını tutuyor. İtalyan mimarlar Avgustino ve Amerigo tarafından tasarlanan saray, oryantal üslûpları bünyesinde barındıran bir görünüm arz ediyor. Bu da Kraliçe Maria’nın sade ama sofistike estetik anlayışını yansıtıyor. Yapının nefes kesen minaresi ve Hıristiyan Şapeli, kraliçenin dinî hoşgörüsünü aksettiren önemli detaylardan…  

“Sessiz Yuva” adıyla da bilinen saray, ihtişamlı değil ama son derece zarif. Kraliçe Maria, bu kıyı kasabasına geldiğinde buradaki taşların içine rüya gibi bir hayat yerleştirmeyi başarmış. Saray mütevazı büyüklükte olduğu için biz de neredeyse bütün odalarını dolaşıp iç mekân döşemeleri ile oymalı dolaplar, aynalar ve sandalyeler gibi sergilenen eşyaları inceleme fırsatı buluyoruz.

Sarayı gezerken, İtalyan yönetmen Francis Ford Coppola’nın “Youth Without Youth” filminin en önemli mekânlarından biri olduğunu ve Coppola’nın yaklaşık 11 yılını filmin çekimleri için burada geçirdiğini öğreniyoruz. Sükûnetin olabildiğince hissedildiği odalarının pencerelerinden Balçık’ın muhteşem manzarasını kısa süreli de olsa seyredebiliyoruz. Terasından denize yaslanmış, minareye benzeyen ince yapının fotoğrafını çekmeye çalışıyoruz. Ayrıca eski mezar taşlarını inceliyor; duvar diplerine serpilmiş kır çiçeklerini, zamanı durdurmak istercesine seyre dalıyoruz. Ne var ki günübirlik gezimizin bir durağı daha var; o yüzden daha fazla zaman kaybetmeden saraydan ayrılıyor ve Kaliakra Kalesi’ne doğru olan rotamızı takip ediyoruz.   

Kaliakra Kalesi

Balçık’ın merkezinde unutulmaz bir tur attıktan sonra kısa denebilecek mesafe katederek denize hâkim bir noktada yer alan Kaliakra Burnu’na ulaşıyoruz. Kale, nefes kesen manzaralarıyla 70 metre yüksekliğindeki kayalıklar üzerine kurulu tarihî bir mekân. Etrafında adım adım ilerledikçe her bir taş, her bir doku bizi âdeta tarihin içine doğru sürüklüyor. Denizden esen tatlı rüzgârı içimize çekiyor, uzaklardan gözlerimize dolan dalgaları hayranlıkla izliyoruz. Çarşaf gibi deniz manzarası, Karadeniz’in hırçınlığından çok onun durgun hâlini temsil ediyor. Marsilya’ya buğday taşıyan gemiler yok şimdi ama liman bütün sükûnetiyle hâlâ denizi kucaklıyor. 

Kaliakra’nın denize nazır bir balık lokantasında yemek molası veriyoruz. Burada illaki çok güzel restoranlar vardır ama biz, bahtımıza düşen mekânın servisinden çok da memnun kaldığımızı söyleyemeyiz. Fahiş denebilecek fiyatlar karşılığında servis edilen balık, beklentilerimizin ve kriterlerimizin altında kalıyor. Her şeye rağmen uçsuz bucaksız mavilikler eşliğinde ızgara balıklarımızı yiyoruz. 

Nazım Hikmet’in “Mavi Liman” Şiirinin Hikâyesi

Mavilikleri seyre dalarken birden hatırımıza Nazım Hikmet’in “Mavi Liman” şiiri geliyor. Şiiri bir yandan Cem Karaca’nın müthiş yorumundan dinliyor diğer yandan da şu yürek sızlatan hikâyesinin içinde kayboluyoruz: 

Takvimler 17 Haziran 1951’i gösterirken bir sürat teknesi, arkasında köpüklü sular bırakarak iki yolcusuyla İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e açılır. Motoru kullanan gazeteci Refik Erduran, diğeri ise Nazım Hikmet’tir. Tekne, kuzeye doğru yol alırken bir ara Romen bayraklı Plehanov isimli bir yük gemisi görünür. Tekne, gemiye yaklaşır ve Nazım, ne olup bittiğini anlamaya çalışan gemi personeline ismini söyleyerek gemiye geçmek istediğini Rusça olarak birkaç defa tekrar eder ancak gemi yoluna devam eder. Bu arada tekne arıza yapar ve Nazım Hikmet ile Refik Erduran, denizin ortasında kalırlar. Bir müddet sonra motoru tekrar çalıştırırlar ve gemiye yaklaştıklarında bu defa iskele merdiveninin indirildiğini ve gemiye alınmaya hazır olduklarını görürler. Nazım, gemiye biner ve çok sevdiği ülkesini, yeniden görebilme umuduyla terk eder. 

Gemi kaptanı Gheorghe, Nazım’a “Hoş Geldin!” demek için fırsat kollamaktadır ancak Nazım, geçirdiği zor bir günün ardından oldukça gergindir. Fakat biraz soluklanıp ikram edilen çayı içince ve kendisiyle ilgili gemide çıkartılan duvar gazetesinde ismini görünce sakinler. Bir ara gözü harita masasının üzerindeki deftere ilişir. Defterde “Nazım Hikmet gemiye alındı.” şeklinde bir kayıt vardır. Kaptana sebebini sorar. Kaptan; deniz dilinde “Gemi Jurnali” olarak adlandırılan defterin, gün içinde navigasyon, hava durumu, rota değişikliği ve gemide olup biten olayların kaydedildiği “Seyir Defteri” olduğunu açıklar. Nazım da kaptana, bir gün ülkesine döneceğini, dönüşünün o gemiyle olacağını ve seyir defterine “Nazım Hikmet gemide!” ifadesini kendisinin yazacağını söyler. Böylece Gheorghe ile aralarında sıkı bir dostluk kurulur ama kısa bir süre içinde ayrılırlar. Bir süre sonra Kaptan Gheorghe, Moskova’ya Nazım’ı ziyarete gider. Keyifli günler geçirirler ve yine bir ayrılık vakti daha gelip çatar. 

Ne var ki sağlık sorunları Nazım’ın peşini bırakmaz, 1953 yılı Nisan ayında kalp krizi geçirir. Dört ay sanatoryumda kalan Nazım, 1 Temmuz 1957 tarihinde Balçık’a gelir. Yurda dönme umudu da iyice azalmıştır. O esnada bir gemi görür güney rotasında. Aklına Kaptan Gheorghe ve ona verdiği söz gelir. Böylece “Mavi Liman” diye tanımladığı İstanbul’u düşünerek şu meşhur mısralarını yazar:  

“Çok yorgunum

Beni bekleme kaptan

Seyir defterini başkası yazsın

Kubbeli, çınarlı mavi bir liman

Beni o limana çıkaramazsın”  

Balçık’a Veda Vakti

Karadeniz kıyısında, sessizliğin ve zarafetin küçük kentine artık veda vakti… Bugün turistlerin “saklı bir cennet köşesi” diye nitelendirdikleri Balçık, sadece doğası ve tarihiyle değil, aynı zamanda sanatsal dokusuyla da üzerimizde etki bırakan bir gezi durağı oldu. Öyle ki 20. yüzyıl başlarında birçok Bulgar, Rumen ve Batılı ressam da buraya gelip atölyeler açmış. Güneşin sarıya, taşın beyaza, denizin maviye dönüştüğü bu kentte tuvale düşen renkler çok daha güçlü olmalı demek ki. Bugün hâlâ kentte birkaç sanat galerisi ve yaz aylarında düzenlenen küçük çaplı kültür festivalleri oluyormuş. Bu anlamda Unesco’ya göre Balçık’ın, “kültürel peyzaj” kapsamında değerlendirilmeye aday yerleşimler arasında gösterildiğinin altını çizmek gerekir. 

Sonradan okuyup öğrendiğime göre bu şirin kasaba, aynı zamanda şiir ve biyografi eserlerinin yanı sıra, III. Mustafa’nın saltanatının son altı yılında meydana gelen olayları anlattığı “Zübdetü’l-Vâkıât” adlı eseriyle tanınan, 18. yüzyıl Osmanlı âlim ve şairi Hüseyin Râmiz Efendi’nin de memleketiymiş. 

Bazı şehirler vardır ki oraya kaçmaktan öte biraz daha kalmak ister insan. İşte Balçık da tam böylesi bir yer. Buraya bir daha gelmek nasip olur mu bilmiyorum ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki “İyi ki gitmişim!” dediğim yerlerden biri oldu benim için. İnsanın ruhunu hatıra kutusu gibi yavaşça aralayan bu kent, zamanın taşlara kazındığı ve denizin hâlâ eski dillerde fısıldadığı bir hikâyeyi saklıyor.

Bu gizem dolu hikâyeden, buraya özgü magnet, gül suyu, krem vs. gibi ufak hediyelik alışverişimizi yaparak ayrılıyor ve dönüş yoluna koyuluyoruz. Akşamın koyu sessizliğinde, yüreğimize dokunan “Mavi Liman” şiirinin dizeleri yankılanıyor: 

“Çok yorgunum

Beni bekleme kaptan…”

* Balçık fotoğrafları için Nuriye ATAGARRYYEVA’ya çok teşekkür ederiz.

Kaynakça

Akson, L. (2020, Ekim 2). Çok Yorgunum Beni Bekleme Kaptan.DenizKartalı. https://denizkartali.com/cok-yorgunum-beni-bekleme-kaptan/

Balchik. (2025, May 5). In Wikipedia. https://en.wikipedia.org/wiki/Balchik

Balçık. (t.y.). Gezimanya. https://gezimanya.com/balcik

Kiel, M. (2020). Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Cilt- Ek-1, s. 165-167). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. https://islamansiklopedisi.org.tr/balcik