“Lügat kitabı bir lisanın hazinesi hükmündedir. Lisan kelimelerden mürekkeptir ki bu kelimeler dahi her lisanın kendine mahsus birtakım kavâidine tevfîkan tasrif ve terkip edilerek insanın merâmını ifâde etmesine yararlar. Dilimiz lisân-ı Türkî’dir, bu lisana mahsus lügat kitabına dahi başka isim düşünmek abestir.” (Sami, 1889).
Bu ifadeler, Arnavut literatüründe Sami Frashëri olarak tanınan Şemseddin Sami’ye aittir. O, Tanzimat Dönemi edebiyatının önemli isimlerinden biri olup Türk dili ve edebiyatı ile Türk tarihi konusunda önemli çalışmalar yapmış, hazırladığı sözlüklerle Türkçeye önemli hizmetlerde bulunmuştur.
Doğumu, Eğitimi ve Çalıştığı Gazeteler
Şemseddin Sami, 1 Haziran 1850’de Yanya vilayetinin Ergiri sancağına bağlı Pırmeti kazasının Fraşiri (Frashëri) köyünde doğmuştur. Babası Halid Bey, annesi de Emine Hanım’dır. İlk öğrenimine başladığı Fraşiri’de Mahmud Efendi’den Arapça ve Farsça dersleri alır. Küçük yaşta önce babasını (1859), iki yıl sonra da annesini kaybedince beş kardeşiyle beraber Yanya’daki ağabeyi Abdül’ün yanına gider. Burada sekiz yıllık Zosimea Rum Lisesini yedi yılda bitirir. Yeni ve modern bir müfredatın uygulandığı bu okulda Latince, Rumca, İtalyanca ve Fransızca öğrenir. Müderris Yakub Efendi gibi hocalardan da Arapça ve Farsça okumaya devam eden Sami, burada bir süre Yanya Mektûbî Kalemi’nde çalışır (Hakkı, 1311).
Tarihler 1872’yi gösterirken İstanbul’a gelir ve bir yandan Matbuat Kalemi’nde çalışırken diğer yandan da Hadîka gazetesinde yazı yazmaya başlar. Günlük neşredilen bu gazetenin kapanmasıyla Sirâc gazetesine geçer. Nisan 1873’te Sirâc da kapanınca Trablusgarp vilayetinde Türkçe-Arapça yayımlanan Trablusgarb gazetesinin başyazarlığını yapar. Bu arada Rodos’ta sürgünde bulunan Ebüzziya Mehmed Tevfik adına imtiyazını aldığı Muharrir mecmuasını çıkarır. 9 Şubat 1876’da Mihran Efendi ile birlikte Türk basın tarihinin önde gelen yayın organlarından Sabah gazetesini kurar ve bir yıl başyazarlığını yapar. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı çıkınca Yanya’ya giden Sami, Ayastefanos Antlaşması’ndan sonra tekrar İstanbul’a döner ve burada Tercümân-ı Şark gazetesinin başyazarlığını yapar.
Ayastefanos Antlaşması gereği Arnavutluk topraklarının bir kısmının Yunanistan’a bırakılmasına tepki olarak, liderliğini ağabeyi Abdül’ün yaptığı Arnavut İttihadı (Prizren Arnavut Cemiyeti) grubuna destek verir. O günlerde Balkan meseleleriyle ilgili yazdığı yazılarda Arnavutların Osmanlı Devleti’nden ayrılmak niyetlerinin olmadığını ve bu maksatla kurulan Cemiyet-i İlmiyye-i Arnavûdiyye’nin kurucuları arasında yer alır. Bu cemiyet adına “İstanbul Cemiyeti Alfabesi” adıyla tanınan ve Latin harflerini esas alan Arnavutça’nın gramerini hazırlar (Frashëri, 1978).
Edebî Yönü ve Belli Başlı Eserleri
1879’da Mihran Efendiyle birlikte kurduğu Cep Kütüphanesi’nde Gök, Yer, İnsan, Medeniyyet-i İslamiyye, Kadınlar ve Esatir adlarıyla ansiklopedik nitelikli bilgiler içeren küçük hacimli kitaplar yayımlar. 1880’de II. Abdülhamid’in iradesiyle sarayda Teftîş-i Askerî Komisyonu kâtipliğiyle görevlendirilen Şemseddin Sami, sarayda Victor Hugo’nun Sefiller’ini Türkçeye çevirir. O dönemde Aile ve Hafta dergilerini çıkaran Ş. Sami, aynı dönem Fransızcadan Türkçeye Kāmûs-ı Fransevî’yi yayımlar. Bunu Türkçeden Fransızcaya Kāmûs-ı Fransevî takip eder. Ertesi yıl Küçük Kāmûs-ı Fransevî’yi yayımlar. Bu yoğunluğundan dolayı ancak 1884’te evlenebilir. 1889-1898 yılları arasında tek başına hazırlayıp tamamladığı tarih, coğrafya ve meşhur adamlar ansiklopedisini Kāmûsu’l-A’lâm adıyla neşreder. Bu büyük eserin ardından 1896’da Kāmûs-ı Arabî’yi neşretmeye başlar. Bütün bu faaliyetleri sürdürürken bir yandan da dil öğrenimi konusunda küçük hacimli kitaplar ve Türkçenin ıslahı üzerine çeşitli makaleler yazar (Bazin, 1985).
Çağatay Türkçesi üzerine eser, sözlük, gramer vs. neşretmemiş olmasına rağmen bu dille ilgili ilginç görüşleriyle devrindeki ve kendisinden sonraki aydınları etkileyen hatta ölümünden sonra da dil inkılabına yön veren bir sima olmuştur. Osmanlıca ve Çağatayca tabirlerine karşı çıkarak bunların esasen geniş bir coğrafi alana yayılmış Türk dilinin birer kolundan ibaret olduğunu söyler. Türkçülüğün ilmî manada bir nevi beyannamesi kabul edilen bu yazılarında Türk dilinin ve Türk milletinin Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’den çok önce de var olduğu söyler (Enginün, 2006). Bu durumu da şöyle ifade eder:
Hiçbir lisân yoktur ki, elsine-i sâireden birtakım kelimeler istiâre etmiş olmasın. Türkçemizin bir miktar Arabî ve Fârisî kelimeleri hâvi olması Türkîlikten çıkmasını icab edemez, o yine lisân-ı Türkîdir. Lisân-ı Osmanî ise, eğer bu tâbir sahih ve câiz ise, Memâlik-i Osmâniyye’de söylenilen Garb Türkçesidir. Şark Türkçesine, ahfâd-ı Cengiz’den Çağatay Bey’e nisbetle Çagatayî denildiği gibi, Garb Türkçesine de müessis-i devlet olan Gâzî Sultân Osmân Han Hazretlerinin nâmına nispetle, lisân-ı Osmânî denilebilir. Bu hâlde lisân-ı Osmânî, Türkçe ve Arabî ve Fârisîden mürekkeptir, demek kadar abes ve manasız şey olamaz.”(Sami, 1898).
Makalelerde yazdığı üstteki görüşlerini Kāmûs-ı Türkî adıyla hazırladığı sözlükle de destekler. Yeni Türk dilinin ilk sözlüğü kabul edilen Kāmûs-ı Türkî, aslında hem Türkçe kelimelerin alfabetik bir sıraya göre dizilmesi hem de Türk adının o dönem bir sözlüğe isim olması bakımından önem taşımaktadır. Yirmi yıllık bir birikimin neticesi olan bu sözlük, onun Türk diliyle ilgili en önemli eseridir. Bu sözlük, o günün konuşma ve yazı dilinde kullanılan Türkçe asıllı kelimelerle birlikte Arapça, Farsça ve Batı kaynaklı kelimeleri de bir araya getiren zengin bir muhtevaya sahiptir. Şemseddin Sami, bu esere yazdığı İfâde-i Merâm başlıklı ön sözünde; iyi bir sözlüğümüz olmadığı için dilimize ait kelimeleri unutup bunların yerine Arapça, Farsça, Rumca ve İtalyanca gibi dillere ait kelimeler kullandığımızı belirtir. Ayrıca o, daha önce hazırlanan sözlüklerde yer alan kelimelerin çoğunun konuşma ve yazı dilinde kullanılmayan kelimelerden oluşmasını da eleştirir (Sami, 1889).
Şemseddin Sami, sözlüğüne bir yandan kullanımdan düşmüş olmakla birlikte ileride canlanmasını arzu ettiği Türkçe kelimeleri alırken diğer yandan da Arapça-Farsça asıllı bazı kelimelerin terk edilmesinden söz eder. Ayrıca sözlükteki kelimelerle ilgili deyimler üzerinde dururken, her kelimenin farklı anlamlarını belirtmeye çalışır, gerekli durumlarda kendi verdiği örneklerle de açıklama yoluna gider. Arapça ve Farsça asıllı kelimelerin Türkçede kazandığı anlamlarına da yer veren müellif, Arapçada kullanılmadığı hâlde Türkçede galat olarak türetilmiş bir kısım kelimeleri de eserinde göstermiştir. Hazırladığı bu sözlük için Batı’daki sözlükleri örnek aldığını, Türkçe, Arapça ve Farsça asıllı kelimelerde alfabetik sıraya uyduğunu söyler. Kelimelerin harekelerini dikkate almadan hurûf-ı hecâ tertibiyle vermiş, kelimelerin hangi dile ait olduğunu ve hangi kökten türediklerini de işaret etmiştir (Banarlı, 1976).
Kelimelere anlam verilmesi konusunda da eski sözlükçüleri eleştiren Ş. Sami, eserinde şöyle bir yol izler. Önce kelimenin hangi dilden alındığı, kelime türü, terimlerin hangi bilgi dalına ait olduğunu yazar. Ardından sıra numarasıyla farklı manaları açıklar ve örnekler verir. Daha sonra o kelimeyle yapılmış deyimleri sıralar. Ayrıca çeşitli sanat ve bilim dallarına ait terimlerle kelimenin anlamını değiştiren özel tabirler farklı işaretlerle gösterilir, kelime türünün değişmesi de bir işaretle belirtilir. Eserde kelimelerin doğru okunabilmesi için bazı özel işaretler kullanılmış olup böylece Türkçe kelimelerdeki fonetik problemi de çözülmeye çalışılır. Sözlükte yer alan 29.000 kelimenin yaklaşık üçte biri Türkçe, geri kalan kısmı ise Arapça, Farsça, Fransızca, Rumca, İtalyanca ve diğer yabancı dillerden giren kelimelerden ibarettir. Devrine göre modern bir görüşle hazırlanan Kāmûs-ı Türkî, basımı üzerinden 100 yıldan fazla geçmiş olmasına rağmen hâlâ değerinden bir şey kaybetmediği gibi daha sonra hazırlanan bütün sözlüklere de kaynak olmuştur (Akün, 1998).
Şemseddin Sami, dilin ıslahı ve zenginleştirilmesi için aslî lisanımız dediği Şark Türkçesinin lügat hazinesine başvurulmasını söyler. Kāmûsü’l-A‘lâm’a yazdığı Türk, Tûran ve Tûrâniye maddelerinde Türklüğü Osmanlı Devleti sınırları dışına çıkararak geniş bir coğrafyaya yayar. Tanzimat’tan sonra onu en fazla meşgul eden şey ise konuşma ve yazı dilinin Arapça-Farsça kelime ve terkiplerin hâkimiyetinden kurtarılması meselesidir. Bu hususta aşırılığa kaçmadan sadece Türkçede karşılığı bulunan ve konuşma dilinde kullanılmayan kelimelerin tasfiyesini ister (Levend, 1949).
Türk edebiyatı hakkında da benzer görüşler ileri süren Ş. Sami, Türk edebiyatının başlangıcını Orta Asya’ya kadar götürür. Edebiyat alanında önceliği halk edebiyatına vermiş olup millî bir hassasiyetle Orhun Abideleri ve Kutadgu Bilig gibi eserlerle beraber Ali Şîr Nevâî gibi büyük Türk ediplerinin eserlerinin okullarda okutulmasını ister. Ayrıca edebiyatta yenilik taraftarı olup bunun için edebî eserlerde sade ve anlaşılır bir dil kullanılması gerektiğinin üzerinde durur. Bu maksatla Orhun Abideleri, Kutadgu Bilig, et-Tuhfetü’z-zekiyye fi’l-lugati’t-Türkiyye ve Lehce-i Türkiyye-i Memâlik-i Mısır gibi Türk kültürünün bazı temel eserlerini hazırlar. Ancak maddi imkânsızlıklar ve rahatsızlıkları yüzünden bu eserleri yayımlayamaz (Kaplan, 1987).
O, roman türünün ilk örneği olan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı eseri Türk edebiyatına kazandırmıştır. Anne-babanın zorlamasıyla gerçekleşen bir kısım evliliklerin faciayla sonuçlanması yüzünden görücü usulü evliliğin tenkidi ve toplumda kadına değer verilmemesi gibi meseleler üzerinde durduğu bu roman bu yönüyle aynı konu etrafında daha sonra yazılacak eserler için örnek teşkil eder. (Evin, 2004) Tiyatro eserleri arasında bulunan Besa yahut Ahde Vefa, Arnavutluk’taki yemin âdetini Endülüs tarihinden Seydi Yahya ile Dahhâk’in zulmüne karşı ayaklanan Demirci Gâve’nin hikâyesiyle anlatır. Gâve adlı diğer bir oyunu ise Firdevsî’nin Şâhnâme’sinden ilham alınarak yazılmıştır. Piyesleri ise gerek yazıldığı devrin konuşma dili gerekse sahnelenmeye uygun oluşları dolayısıyla benzerlerinden daha başarılı olmasına rağmen Namık Kemal’in tiyatrolarının gölgesinde kalmış olup bu yüzden fazla şöhret kazanamamıştır (Sağlam, 1999).
Birçok tercümesi ve öğretici nitelikte telif eserleri bulunan Ş. Sami’nin Türk dili ve kültürü bakımından üzerinde durulması gereken en önemli yanı ansiklopedi ve sözlük yazarlığıdır. Doğu ve Batı kaynaklarından faydalanılarak hazırlanmış olan ve ilk ansiklopedi kabul edilen Kāmûsu’l-A‘lâm, alfabe sırasına göre tertip edilmiş olup toplam 4830 sayfadır. Devrinde çok takdir kazanan bu eser, önemli bir başvuru kaynağı olma özelliğini hâlâ korumaktadır (Kaplan, 1987).
Vefatı
Şemseddin Sami, kısa denebilecek hayatında roman ve tiyatro yazarlığından gazeteciliğe, lügatçılıktan ansiklopedi yazarlığına kadar tek başına bir insanın gerçekleştirmesi pek mümkün olmayacak sayıda eserler verir. Ancak hastalıkların peşini bırakmaması neticesinde 18 Haziran 1904’te, daha 54 yaşındayken vefat eder.
Kaynakça
Akün, Ö. F. (1998). Hayatı, Eserleri ve Türklüğe Hizmetleri ile Şemseddin Sâmi. İçinde: Şemseddin Sâmi, Kāmûs-ı Türkî [tıpkıbasım], (ss. 1-32).
Banarlı, N. S. (1976). Resimli Türk Edebiyâtı Târihi. (Cilt II). MEB Yayınları.
Bazin, L. (1985). Osmanlı Sansürü ve Sözlük Yazarlığı: Sami Bey’in Kamus-ı Fransevî’si, (trc. Server Tanilli), TT, IV/19, 10-12.
Dağlıoğlu, H. T. (1934). Şemsettin Sami Bey: Hayatı ve Eserleri. Resimli Ay Matbaası.
Enginün, İ. (2006). Yeni Türk Edebiyatı: Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1923). Degâh Yayınları.
Evin, A. Ö. (2004). Türk Romanının Kökenleri ve Gelişimi. (trc. Osman Akınhay). Agora Kitaplığı.
Frashëri, K. (1978). Tre Vëllezër Pishtarë-Abdyl Frashëri, Naim Frashëri, Sami Frashëri. Shtëpia Botuese
İsmail Hakkı (1311). Şemseddin Sâmi Bey, Kasbar Matbaası.
Kaplan, M. (1987). Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar II. Dergâh Yayınları.
Levend, A. S. (1949). Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Safhaları. TTK Yayınları.
Şemseddin Sâmi (1898 Ağustos 15/ 1314/15 Ağustos 3). Yine Lisân ve Edebiyatımız. Sabah.
Sağlam, N. (1999). Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatında Millî Tiyatro Anlayışı ve Şemseddin Sami’nin Besa yahut Ahde Vefâ Adlı Piyesi. İlmî Araştırmalar, 8, 199-207.
Kısa bir ömre asırlık eserler sığdıran bir değerimizi anmak ne güzel bir bahtiyarlık.
Emeğinize sağlık Hızır bey.