Sabah uyanır uyanmaz güneşle ilk kez karşılaşıyormuşçasına buluşmak, onun doğuşuna şahit olmak tarifsiz bir huzur veriyor insana… Gökyüzüne değen kızıllığını izlemek, her gün yeniden var olmayı hatırlatan sessiz bir mucize gibi. Peki, bu güzelliklere böyle rahatça ulaşmayı mümkün kılan nedir? Göğe açılan pencere; cumba, revak, niş, şahnişin… Adı ne olursa olsun, burası insanın hem içsel âlemine hem dış dünyaya dokunduğu, zamansız bir durak.
Bir evde böyle bir nefes deliğinin bulunması, bana kalırsa büyük bir ayrıcalık. Kendini tanımış biri için bu niş, özgürlüğün en görünür hâlidir. Şehir hayatında tabiatla kurulan son bağ gibidir bu minik köşe; insan, burada hem dışarıya açılır hem de kendi içine çekilir. Kalabalığın uğultusunu duyarken, aynı anda yalnızlığın dinginliğiyle konuşur. Geçmişten miras kalan bu mimari gelenek hâlâ varlığını sürdürüyor. Kimi zaman eleştirilse de şairlerin dilinde her daim bir soluklanma sahasıdır; küçük ama içi derin bir liman. Bir komşuyla içilen kahvenin, kırk yıl hatır bıraktığı yer de çoğu zaman burasıdır; dar bir niş, ruhu genişleten bir sığınaktır.
Doğu kültüründe bu nişvari yapılar daha muhafazakar ve içe dönüktür. İran’daki eyvanlar, Tebriz’in medreselerinde ve saraylarında hâlâ hayranlık uyandırır; üç yanı duvarlarla çevrili ve bir yüzü avluya ya da bahçeye bakan bu platformlar, yazın gölgede ferah bir alan, kışın ise güneşin kucağıdır. Mezopotamya ve Kürt coğrafyasında “dama”, “revak” ya da “sofa” adlarıyla anılan benzer yapılar vardır; gündüz sohbet, gece tefekkür için kullanılan bu alanlar, geleneksel yaşamın ruhuna dokunan mekânlardır. Buralarda rüzgâr yaprakları okşar, güneş tuğlalar üzerinde oyun oynar ve insan ruhu bu küçük nişlerde kendini bulur.
Osmanlı ev mimarisinde ise cumba ve şahnişin gibi terimler öne çıkar. “Cumba”, üç tarafı pencereli ve üzeri örtülü bir çıkma ya da balkon anlamındadır. “Şahnişin”, Farsça kökenli bir sözcük olup yapıdan dışarı taşan bir nişi, bir “saray koltuğu”nu andıran oturma alanını ifade eder. Bu terimler sadece mimari unsurlar değil, Osmanlı toplumunda sosyal ve kültürel birer semboldür.
Göğe açılan nişlerin biçimi de kültürden kültüre değişir. Doğu’da oyma kafesli cumbalar, ışığı süzerek mahremiyeti korur. Batı’da ise ferforje balkon benzeri yapıların aksine, cumba ve şahnişin hem görsel ihtişam hem de mahremiyet dengesi sağlar. Bu estetik ve işlevsel farklılık, bu alanların bireyler ve toplum üzerindeki anlamını da şekillendirir.
Bu geleneksel çıkıntılar, yazın gölgesiyle serinlik sunarken, kışın ışığın nazik dokunuşuna izin verir. Bazıları sosyal etkileşim için bazıları ise bireysel kaçış için tasarlanmıştır. Buna karşın modern yapılarda yer alan balkona benzer bölümlerin çoğu minimal ve işlevsel olur, estetik zenginlik bazen gölgede kalır.
Edebiyat da bu sembolik yapıların gücünü yansıtan bir alan olmuştur. Shakespeare’in Juliet’i balkonda aşkını ve özgürlüğünü ilan ederken, bu dar alan aynı zamanda toplumsal kısıtlamalara karşı bir haykırıştır. Orhan Veli’nin şiirlerinde, rüzgârın yapraklara dokunuşu ve bu eşiğin sessizliği, sıradan anlara derin bir anlam yükler. Tanpınar’ın eserlerinde ise niş, evin içsel dünyası ile dışarının karmaşası arasında zarif bir köprü kurar.
Çağdaş şair ve denemeciler de bu geleneksel alanlara farklı bir gözle bakar. Ece Ayhan ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazarlar, gözetleme noktasında yalnızlıklarını, umutlarını, hayallerini ve içsel fırtınalarını dış dünyaya yansıtırlar. Küçük bir cumba bile hayal ve düşünce için sınırsız bir alan olabilir.
Doğu’nun medrese ve saraylarında eyvanlar, daha büyük ve kamusaldır. Üç yüzü duvarla çevrili, açık tarafı bahçeye ya da avluya bakan bu yapılar, bu nişvari alanların en görkemli örneklerindendir. Tebriz medreseleri, Osmanlı külliyeleri ve saraylarda bu alanlar; dinlenme, sohbet etme, gözlem yapma ve düşünme için kullanılmıştır. Mermer, taş ve ahşabın birleştiği bu mimari alanlarda ışıkla gölge dans eder; ruhun estetik ve güncel ihtiyaçları iç içe geçer.
Benim göğe açılan balkonumda çiçeklerim var; kendime mini bir bahçe kurdum. Apartman hayatı çoğu zaman yorucu olsa da burada toprak, güneş ve saksı dostlarım bana hem ferahlık hem de ilham veriyor. Evimden dışarıya açılan bu minik dünyamda otururken şehrin uğultusu azalıyor, rüzgâr yaprakları okşuyor, ışık çiçeklerimi canlandırıyor ve içimde yeni düşünceler filizleniyor.
Evimizin bu nefes deliğinde geçirdiğimiz her an, yalnızca fiziksel bir dinlenme değil; düşünce, hayal ve özgürlüğün birleştiği zarif bir ritüele dönüşüyor. Burada doğa, estetik ve özgürlük iç içe geçiyor; bizim için bu ferah mekân, hem sığınak hem buluşma alanı oluyor. Her sabah göğe açılan balkonumda günün ilk ışıklarıyla nefes almak, bana hayatın küçük ama anlamlı mucizelerini hatırlatıyor.
Sonuç olarak balkonlar, insan ruhunun hem iç hem de dış dünyasına açılan, zaman ve mekânın birleştiği zarif bir köprüdür; oralarda her taş, her yaprak, her tomurcuk bir hikâye anlatır. Bu ferah mekânlar, sadece taş ve ahşaptan ibaret değildir; onlar özgürlüğün, tabiatın ve insanın iç sesiyle buluşmasının birer sembolüdür. Üstelik cumba ya da şahnişin gibi tarih kokan yapısal terimlerle bile anlatılamayacak kadar derin ve durudur.
