İşportacı, her günkü gibi büyük siyah çantasına, satacağı çay ve kahve paketlerini koydu. Çantasını olabildiğince tasarruflu kullanmaya çalışıyordu. Çünkü gün içerisinde tekrar ürün almak için eve gelemezdi. Beş paket badem sakızlı, beş paket kakuleli, on paket sade kahve, sekiz paket kiloluk siyah çay ve on paket de yarım kiloluk ipek pul biberi çantaya yerleştirdi.

Yaklaşık dört saattir kapı kapı dolaşmasına rağmen henüz tek bir satış bile yapamamıştı. İnsanlar, öğle sıcağı iyice bastırdığı için doğal olarak soğuk içeceklere yönelmişti. Bir gün, bir araba alarak yazın soğuk içecekler ve dondurma satmayı içinden geçirdi. Sonra bu hayaline kendi kendine tebessüm etti.

Yol uzadıkça çanta da ağırlaşıyordu. Bugün hiç satış yapamadan eve dönecekmiş gibi hissedince kulaklarında hafiften bir uğultu başlamış ama buna aldırış etmemişti. Kaç defa bu rahatsızlık için doktora gitmeyi düşünmüş ama uğultuların azaldığını hissettiğinde tedaviyi hep ertelemişti.

  Satış için ortalama yirmi kilometrelik bir güzergâhta dolaşırdı. Ürünlerini her gün farklı bir bölgede satar ve bölge sakinlerinin tekrar çay, kahve ihtiyacı olana dek oraya uğramazdı. Böylece belli zaman aralıkları bırakarak hem aynı bölgeye sık sık gitmek zorunda kalmaz hem de farklı güzergâhlara gidip müşteri çeşitliliğini artırarak daha fazla satış yapma şansını elde etmiş olurdu.

  İşler, her zaman umduğu gibi gitmezdi. Gün boyu bu ağır çantayı sırtında taşır, akşamüzeri ise bazen hafif bazen de aynı ağır çantayla eve dönerdi. Böyle zamanlarda içine bir umutsuzluk çöker, kulaklarındaki uğultular tekrar nüks ederdi. Bugün de öyle günlerden biriydi. Çantanın askıları omzunda iz yapmıştı. Bu nedenle tam omzuna denk gelen yere yumuşak bir sünger koymuştu. Fakat bugün o da fayda etmiyordu. Gün bitmek üzereydi ve hâlâ satış yapamamıştı. Kulaklarındaki uğultular, onu iyice rahatsız etmeye başlamıştı.

Aklına sanayiye gitmek geldi. Esnaf, ne de olsa çay ve kahve içmeyi severdi. Birkaç paket çay satabilme ümidiyle sanayiye doğru yöneldiğinde kulağındaki uğultular azalmaya başlamıştı.

Yaklaştığında esnafların yavaş yavaş oradan ayrıldığını gördü ama ümidini kaybetmeden devam etti. Bugün eve eli boş dönmemeliydi. Kafası dalgın bir şekilde adımlarını hızlandırdığı sırada yanından gürültüyle geçen eski bir araba korna çaldı. Hemen dönüp baktı fakat araba hızla geçip gitti. Acaba ne için korna çalmıştı, selam mı vermek istemişti? Kendisi ara sıra satış için sanayiye geldiğinden dolayı belki de onu tanımış da korna çalmıştı. Bu düşüncelerle ilerlerken bu sefer küçük bir kamyonet korna çalarak yanından geçti. Şoför, pencereden kafasını çıkarıp bağırmasa ne yaptığının farkında bile olmayacaktı.

“Kardeşim, kaldırımdan gitsene! Neden yolun ortasından gidiyorsun?”

Sanayiye girdiğinde güneş, dükkânların duvarlarını kızıla boyuyor, iş yerlerini kapatanlar birbirlerine “İyi akşamlar!” diyordu. İçinde bıkkın bir çöküntü, kulaklarında ise dayanılmaz bir uğultu oluşmaya başladı. Bu uğultular, sanayideki sessizlikle daha da hissedilir olmuş ve başı iyice ağrımaya başlamıştı. Çantasını yere koyarak kaldırımın kenarına oturdu. Biraz soluklanmalı ve ne yapacağına karar vermeliydi.

Yoldan geçen bir kaç kişiyle selamlaştı. “Çay!” dedi ama sesini kendinden başka kimse duymadı. İlerideki meydanda bir dükkândan yayılan soluk ışık kaldırımı aydınlatıyordu. Biraz dinlendikten sonra bir umut diyerek dükkânların kapandığı bu boş sokağı hızlı adımlarla geçti. Heyecanla dükkâna yaklaştı ama burası bir bakkaldı.

Bakkal, kepenklerinin yarısını indirmiş ve tezgâhın arkasında hesap defterine eğilmişti. Kalemi ağır ağır hareket ediyordu. Gün boyu satılan ekmekler, yazılan veresiyeler, kasadaki eksikler tek tek not alınıyordu.

Burası, sanayi esnafının her ihtiyacına cevap veren bir bakkaldı. Bu küçük mekân, dışarıdan bakanlar için çok karmaşık görünen fakat düzenini sadece bakkalın çözebildiği ayrı bir dünya idi. El fenerlerinin yanında haşlanmış yumurtalar, yağ kolisinin üzerinde tost makinesi, terazinin yanında ise önceden hazırlanmış ekmek arası yiyecekler duruyordu.

Bakkal, kapı açıldığında başını kaldırıp kalemini yavaşça bıraktı. Gözleri, dikkatli bir şekilde içeriye giren adamı ve çantasını takip ediyordu. İşportacı ise hafifçe gülümseyerek selam verdi. Çantasını yere koydu, yavaşça fermuarını açtı ve içindeki paketleri usulca çıkardı. Bakkal, sessizce olanları izliyordu.

İşportacı, sakin bir ses tonuyla; “Ben sana çok uygun fiyata çay ve kahve vereyim…” dedi. Daha cümlesini bitirmeden bakkal hemen cevap verdi. Bu kısacık zamanda olan biteni iyice süzmüş ve durumu hemen kavramıştı. “İhtiyacım yok, sağ olasın.” diye karşılık verdi. İşportacının sesi daha da kısıldı, yarım kalan cümlesine çekinerek devam etti: “Ben sana çay ve kahve vereyim, sen de karşılığında bana birkaç şey ver.” dedi.

Bakkal, tezgâhın arkasından başını hafifçe eğerek çaylara baktı. Her şeyin ederini biliyordu ama asıl baktığı şey, karşısındaki adamın yüzüydü. Onun hiç pazarlık etmeyeceğini, belki de baştan kaybettiği bir oyuna kendi isteğiyle girdiğini hissetti. Yine de elini çenesine götürerek düşünüyormuş gibi yaptı. Kararsız görünmek, fiyatı daha da düşürmenin ilk adımıydı. Bakkalın gözleri hafifçe parladı.

“Ne istiyorsun?” dedi.

“Birkaç ekmek, yumurta ve yarım kilo sucuk.”

Bakkal, kafasını sallayarak onu onayladı ve raflara yöneldi. Kenara ayrılmış, sabaha kalırsa kimsenin almayacağı ekmeklerden üç tanesini aldı. Beş adet yumurtayı dikkatlice sayarak poşete koydu. Büyük bir sucuğu tartmadan tezgâha bıraktı. Sonra çantanın içine baktı ve ürünleri tek tek inceleyerek neredeyse çantanın hepsini aldı. İşportacı, olan bitene sesini çıkarmıyor ama ikisi de neyin ne kadar ettiğini biliyordu.

Poşetini eline aldı, ağır değildi fakat kıymetliydi. Bir an bakkala baktı, içinden bir sorgulama geçti ama sonra vazgeçti. Çünkü her şey olması gerektiği gibiydi, iki taraf da yaptığı takastan memnun olmuştu. Dükkândan çıkarken adımları hafifti. Bakkal, onun arkasından bakarak yaptığı hesabı yeniden  gözden geçirdi ve rahat bir nefes aldı.

Sanayiden çıktığında hava serinlemiş, yollar trafik gürültüsüne teslim olmuştu. O, bugün sırtındaki çantasını her zamankinden daha çok sahiplenmişti.

Bazen hiç var olmadığını ve yaşadığı zamanların sadece kendi hayalinde olduğunu zannediyordu. Satış yaparak insanlarla irtibat kurmasa hiç kimsenin kendisini fark etmediğini düşünüyordu. Zaman bir anda geçse ve geleceğe atlayabilseydi keşke! Aslında hayat yaşandığı gibiydi, bunu bugün daha yoğun olarak hissediyordu. Şimdi her akşam olduğu gibi kendini önemli hissettiği yere yani evine dönüyordu.

Çantasıyla birlikte ruhu da hafiflemişti ve yüzü gülüyordu. Aklına güzel hatıralar gelmeye başladı. Çocukluk aşkını hatırladı. Âşık olduğu kız ona, “Sevince her bişey güzel oluyor.” demişti. Bu hatıra onun yüzündeki tebessümü biraz daha kalıcı hâle getirdi. Kulağında yine uğultular duydu ama bu kanıksadığı uğultulara benzemiyordu. Bu, biraz farklı bir ses ve sanki güzel bir şarkı gibiydi.

Yürümeye devam etti. Sanayiye gelirken uzun olan bu yolların eve giderken nedense  kısaldığını hissetti. Evine giden yollar onu yormuyordu.

Mahalleye geldiğinde herkes evine çekilmişti. Dışarıda pencerelerden sokağa sızan ışıklardan başka hiçbir şey yoktu. Zile dokundu, kapının açılmasıyla küçük Enes sevinçle bağırdı: “Babam geldi!” Küçük elleriyle babasının bacaklarına sarıldı. O, eğilerek oğlunun saçlarını kokladı. Günün bütün yorgunluğu o kokuda eriyip kaybolmuştu.

Zeynep, çantaya baktı. Gözleri ışıldadı birden. “Babam sucuk almış!” dedi.

Eşi, kocasının gözlerinin içine bakarak hafifçe gülümsedi.

Sucuklar tavaya atıldığında çıkan cızırtılı seslerle birlikte mis gibi bir koku evin içini sardı. Enes, ablasına döndü ve fısıldadı: “Ne güzel kokuyor, değil mi abla?”

Ekmekler dilimlendi, çayın demi konuldu, sofra kuruldu. Çocuklar neşeyle gülüşerek çatalın ucuna taktıkları sucukları birbirlerine gösteriyor, anne ve babalarına bir şeyler anlatıyorlardı. Babaları yüzünde huzurlu bir tebessümle olup biteni izliyor ama pek bir şey duymuyordu. Bu kez kulaklarında çınlayan ses, baş döndüren bir uğultu değil, neşeli kuş cıvıltılarıydı.