Uzun süredir oturduğu kanepeden nihayet kalktı ve pencerenin kenarında duran masaya geçti. Masanın sağ tarafında sevdiğinden gelen mektuplarla dolu küçük bir kitaplık, sol tarafında da dışarıdaki güzel bahçeye bakan bir pencere vardı. Kimi zaman gelen mektupları alır, tekrar tekrar okur ve pencereden dışarıya dalıp giderdi. 

Bu  masanın kendince büyüleyici bir tarafı vardı. Burası, kalem ile kâğıdın dans meydanıydı. Dünya’nın Güneş etrafında dönüşü gibi âşık ile maşuk bu meydanda devamlı dönmüş ama bir türlü kavuşamamıştı. Eğer Dünya, Güneş’e kavuşsa ikisinin de felaketi olacaktı. Onların aşkı da biraz böyleydi.

Sevdiğine yazmayı epeydir ihmal etmişti. Kalemlikten bir kalem, çekmeceden beyaz bir kâğıt aldı. Kalem ve kâğıt, siyah ve beyaz, aşk ve hüzün…
Nihayet kalem ile kâğıdın dansı başlamıştı.

Sevdiceğim,

Giderken şarkılar bırakmıştım sana, bilmem hatırlar mısın? Ben hâlâ aynı şarkıları dinliyorum. Yokluğunda yeni ve daha güzel şarkılar dinledim ama hiçbiri seni hatırlatmıyor. Tamamını bilmediğimiz bir şarkıyı yarım da olsa seninle beraber söylemek benim için bir mutluluktu.

Biliyor musun, ömrüm hep aşkı ve sevgiyi aramakla geçti? Bu uğurda yolumu çok kaybettim. Ta ki sana rastlayana kadar. Sen de bana: “Aşkını arayan asla kaybolmaz.” demiştin. Ben kendimi, aşkımı velhasıl seni, sende bulmuş ve durulmuştum. Buna sesimin yankısını duymak da diyebilirim.
Hani, seni seviyorum dediğimde: “Bu söz, bir bahar gibi bütün duygularımı canlandırıyor.” demiştin. Şimdi hangi baharlardasın bilemiyorum çünkü uzun süredir mektuplarıma cevap alamıyorum. Gerçi ben de pek yazamadım. Belki bu yüzden sen de yazmadın. Haklısın, ne diyeyim?

İnsanlar beni yolda gördüğünde postaneye gittiğimi anlıyorlar ve “Yine mi postaneye?” diye soruyorlar. Hem anlıyorlar hem de soruyorlar, ne garip! Postane memuru da alıştı artık, ben daha sormadan, “Mektup yok!” diyor. Bazıları, “Bin git, bir sor, soruştur, O seni mektupsuz bırakmazdı.” diyorlar.  Kalkıp gitsem, acaba seni bulabilir miyim, bilemiyorum. Ruhsal olarak o kadar yorgunum ki gün geçtikçe bana mesafeler daha da uzaklaşıyor gibi geliyor. Ne dersin, yoksa senden bir daha haber alamayacak mıyım?

Geçenlerde ayağımı kanepenin köşesine vurdum, çok acıdı. “Ne kadar sakarsın, biraz dikkat etsene canım!” dediğin kulaklarımda yankılandı. Hafiften de olsa yüzümde bir tebessüm belirdi. Bu cümleyi yazarken bile.

Artık gündüzleri pek dışarı çıkmıyorum, akşamı bekliyorum. Kimseyi görmek ve kimseye görünmek istemiyorum.
Bu kadar yazacak konuyu nereden bulduğumu soruyorlar. Hâlbuki onlar bizim hayatımızın ne kadar renkli olduğunu bilmiyorlar. Sadece bizim yaşamımız değildi renkli olan, çevremizdeki insanların güzel haâlleri de bizi güldürür, kimi zaman da hüzünlendirirdi. Bilemiyorum, belki  bizim hayatlarımız da birilerine konuşma malzemesi olacaktır; mutlu ve hüzünlü…

Son mektuplarımdaki yazı şeklim senin de dikkatini çekmiştir; kelimeler, harfler kargacık burgacık, büyüklü küçüklü. Mektuplarını başkasına yazdıranlar gibi olmak istemiyorum. Sana olan duygularımı başkalarıyla paylaşmak istemediğimden hep kendim yazıyorum.

Parklarda otururken yaşlı insanların kahkaha ile güldüklerine hatta salıncaklara, çocuk oyuncaklarına bindiklerine ve neşelendiklerine şahit oluyorum. Senin bana bir zamanlar söylediğin şu cümlen aklıma geliyor: “Şu yaşlı  ağacın gövdesinden çıkan filizleri görüyor musun? İnsan hangi yaşta olursa olsun içinde bir çocuk yaşar.”  

Sana anlatmak için pek çok hikâye biriktirdim. Bak birkaç tanesini anlatayım.

Geçenlerde komşum, kısa bir dünya turundan döndüğünü anlatıyordu: “Azizim!”  diye başladı ve o kadar çok şey anlattı ki. Bense onun yüzüne bakıyordum ama onu duymuyordum. Çünkü giderken çocuklarını bir bakıcıya bırakıp gitmişti. Dünyanın en güzel yerlerini  görmeye gitmiş ama dünyanın en güzel yerinin çocuğunun kalbi olduğunu görememişti.

İki hafta önce Ayşe Teyze vefat etti, sen onu tanımazsın. Onun çok duasını aldım. Çocuğu olmamış Ayşe Teyze’nin, kocası da onu terk edip başkasıyla evlenmiş. Biri oğlan, diğeri kız iki çocuğu olmuş. Ayşe Teyze, bana eski kocasının çocuğu olmasına sevindiğini söyledi, ne diyeceğimi bilemedim. Son günlerini yaşıyordu. Bakanı yoktu, çok hastaydı. Ben de onu son günlerinde yalnız bırakmak istemedim ve sık sık ziyaret ettim. Bana bir hayat dersi verdi. “Ölmek, bu dünyadaki en güzel şeylerden biri, biliyor musun?” dedi. Akşam olunca perdeleri kapatmak ve kendinle baş başa kalmak gibi. Hayatın pencerelerini yani göz kapaklarını kapatmak ve sevgili ile baş başa kalmak, hem de kendi evinde.

Evimde şenliktin, bahçemde bahar. Her göze bir güz, her güzele bir gazel vardı. Sen bana yâr, ruhuma armağandın… Ben sensiz yapamam, demiştim. Sen de yaparsın, yaparsın; ben seni bilirim, yaparsın, demiştin ama ben yapamadım. Kendimi toparlamam gerektiğini söyleyenlere: “Siz böyle bir şey yaşamadan bana tavsiyede bulunuyorsunuz, lütfen beni bana bırakın.” dedim. 

Sana biraz da sitemim var. Ben yazmazsam yazmıyorsun.
Sensizlik sürgünümdü. Kendi çölüme yağmur olamadım, başka yerden de bulamadım.
Kırık bir aynada kendini görsen, ne kalır senden geriye, işte o kaldı bende de…
Sensizliğinde çok ağladım. Bana ağlamanın zayıflık olduğunu söylediler. Aslında onlar ağlamasını bilmeyenlerdi.

Sevilmeyeceğini bile bile yine de sevmek. Bu, öleceğini bile bile yine de yaşamak gibi bir şey. Yaşamak alnımızım yazısı, sevmek de öyle. İkisine birden kavuşmak mümkün değil belki ama birinden birine mutlaka kavuşacağız.

Bazı acılar kiracı gibidir, evin sahibi ölür ama o evde acı hep devam eder.
Yokluğunda kaç mevsim dinlendi. Yamacımda geçmedi kışlarım, yağmurlarım bir türlü dinmedi.

Biz sanki farklı aşk masallarının kahramanıydık da bizim hikâyelerimizi okuyan kişi aynıydı. Dolayısıyla bizi en iyi o anlıyordu ve biz kavuşamıyorduk.

Ben cennetini kaybetmiş bir adamım şimdi. Belki iyileşirim umuduyla zamanları sürdüm yaralarıma.

Bu semtin sokakları mutluluğa hep hasret kalmış. Çok iyi tanıyorum ben bu çıkmaz sokakları, bu yüzden acıtmıyor hiçbiri. Ben istiyorum ki sen hep mutlu ol. Bir umuda tutunmak bize bu kadar ağır gelmemeliydi.
Keşke dünyada her şey sevda meselesi olsa…

Mutluluğa dair umutlarım hep başkasının umutları gibi emaneten duruyor yüreğimde. Ne sevdaya tutunabildim ne de kendime. Melekler dokunursa zülüflerine, tararsa o lüle saçlarını, onlardan güzel yâr mı olur der ve takılır peşlerine, gidersin bir daha dönmemek üzere.

Hatırası olan eskimezmiş, ne çok hatıralarım var seninle.

Uzattım biliyorum ama uzun süredir dertleşmemiştik.
Mektubuma burada son verirken…

Cümlenin gerisini yazamadı ve elindeki kalemi masaya bıraktı. Ne yapacağını bilemedi. Mektup, masanın üzerinde öğleye kadar bekledi. Öğleden sonra kâğıdı özenle ikiye katladı ve her zamanki heyecanıyla zarfın içine koydu. Çekmecesinden bir pul çıkartarak hassasiyetle zarfa yapıştırdı. Bundan büyük bir haz alıyordu.

Mektubu gönderdikten sonra masasına yeniden oturdu ama kâğıdı ve kalemi eline hiç almadı. Mektubun cevabı gelmezse yazma heyecanını da kaybediyordu. Er ya da geç mutlaka mektubunun cevabı gelirdi. Elinde bir bardak çayla saatlerce masasında oturarak bahçeyi izledi. Kapının önüne bir sandalye atarak gelen geçenlerin selamını aldı. Bütün bunlar onun hayatındaki rutinlerdi. Hep bir şeyleri beklemek zorunda kalan mahkûmlar gibi. Zamanın geçmesini, bir mektubu, yemek saatlerini, bir türlü sabahı olmayan geceleri beklemek gibi…

Nihayet postacı, sokağın başında göründüğünde o kadar heyecanlandı ki. Postacı, her zamanki anlamsız bakışlarıyla Ahmet Bey’e baktı ve mektubu verdi. Onun bu garip tavırlarına alışkındı. Bu yüzden bunu önemsemedi. Önceleri sevdiğinden mektup getiren postacıya bir hediye verilirmiş. İlk mektuplarda kendisi de bahşiş veriyordu. Hemen mektubu eline aldı ama sevdiceği, yine gönderen kısmına Ahmet Bey’in ismini yazmıştı. İlk mektuplarda bunu garipsemişti ama sonraları buna da alıştı. Hatta bilerek yazıyor çünkü beni çok seviyor, diye düşünüyordu. Ama anlamadığı bir şey vardı ki o da mektubun üzerinde birkaç tane renkli mühür baskısı ve bir açıklama olmasıydı.  Baskı biraz kaymıştı, o yüzden açıklamayı okuyamadı. O, bunlara aldırmadı çünkü her zaman mektuplarını böyle alıyordu. Heyecanlı bir şekilde mektubu açtı ve başladı okumaya:

Sevdiceğim,

Giderken şarkılar bırakmıştım sana, bilmem hatırlar mısın? Ben hâlâ aynı şarkıları dinliyorum. Yokluğunda yeni ve daha güzel şarkılar dinledim ama hiçbiri seni hatırlatmıyor. Tamamını bilmediğimiz bir şarkıyı yarım da olsa seninle beraber söylemek benim için bir mutluluktu…