“Sahilin, dereleri ve selleri karşıladığı kavşakta görmüştüm seni.” dedi, eline aldığı küçük dal parçasına bakarak.

Burası onun sık sık geldiği, adanın denizle buluştuğu sahildi. Elindeki narin çubuğa bakarak konuşmaya devam etti:

– Hangi yağmurun seline kapıldın da geldin? Hızla akan derenin, köpüklü sularına karışmış dalların kıyıya vurduğunu gördüm. Önce karar veremedim; seni elime alsam kırılır mıydın, bilemedim. Sen, büyük bir taşa takılıp kalmıştın. Önümdeki engin suların fevkindeydin benim için. Sen susarken ben senin hikâyeni düşlüyordum. Hangi ağacın parçasıydın da koparıldın? Zorlu yolların acılarına kattıklarını düşündüm. İstemesen de sürükleniyordun. Senin yolun, gökyüzünün ağladığı ve sarp dağların arasından geçit bulduğu kaderin yoluydu.

Hüznünü ve dertlerini yazdığı kâğıdı, gemi yaparak bu sahilden defalarca denize bırakmıştı. Kâğıttan gemiler, dalgalarla uzaklaşmış ama dertleri sahilde onunla baş başa kalmıştı.

Nice hikâyeleri vardı. Anlatsa acaba inanır mıydı? Sonuçta karşısındaki bir dal parçasıydı. Onun bir çubukla konuştuğunu gören olsa deli olduğunu düşünebilirdi. Gerçi adadakilerin ona normal biri gibi baktıkları da söylenemezdi.

Nihayet akşam sireni de çalmış, herkes alanda toplanmıştı. Kendisi bunun için hiç acele etmez ama sayım başlamadan da alanda olurdu. Orta ölçekli bir adada konuşlandırılmış açık hapishanenin mahkûmları sıraya dizilmiş, ciddiyetle sayımı bekliyorlardı. Fakat o, her zaman sakinliğini korur ve rahat davranırdı. Sayım için gelen müdür, gözlemlerinin sonucunda onun analiz gücü yüksek biri olduğu kanaatine varmış ve gardiyanlara; “Ona iyi davranın!” demişti.

Kendisi suçsuz olduğunu yıllarca herkese anlatmaya çalışmış ama herkes ona gülerek aynı şeyi söylemişti: “Burada suçlu kimse yok ki! Sadece iftira atılmış kimse var…”

Günler tekdüze geçiyor ama ara sıra kaçma girişiminde bulunanların maceraları günlerce anlatılıyordu. Adada mahkûmlar için hazırlanmış, etrafı köpek balıklarına karşı tel örgülerle çevrilmiş bir sahil vardı. Burada isteyen yüzebilir, tel örgülerin dışında yüzme cesareti gösterenlere de karışılmazdı.

Ev sistemi olan bir cezaeviydi. Bir oda içerisinde mutfak, banyo ve tuvaleti olan, 2 veya 3 kişi kalınabilen, tek katlı, küçük bir yerdi. Evlerin hepsi ortak bahçeye açılıyordu. Mahkûmlar, evde olma hissini bir nebze de olsa yaşayabiliyordu. Bazen arkadaşlarına; “Şuraya bir kasetçalar koyalım, yemek yiyeceğimiz masayı ortaya, onun da üzerine bir vazo.” derdi.

Hep odanın düzeni ile ilgili planlar yapardı ama ne kasetçaları vardı ne de ortada bir masa. “Olmayan nesnelerin isimlerini söyleyerek seslerimizle onları var etmeye çalışıyoruz.” der, sonra da arkadaşlarıyla birlikte bu söylediklerine gülerdi.

Mahkûmlar, hafta içi, günlük mesai şeklinde sabahtan akşama kadar dışarıda çalışmak zorundaydılar. Ormandaki yabancı otların alınması, kuş yuvalarının düzenlenmesi vs. gibi. Çalışmaları karşılığında çok küçük ücretler alıyorlar ve bununla da zorunlu ihtiyaçlarını karşılıyorlardı.

Pazar günleri kahvaltı, açık büfe ve bol çeşitli olurdu; simitler, poğaçalar, meyveler, sütlü kahveler… Herkes hafta sonu kahvaltısını kaybetmemek için kurallara dikkat ederdi çünkü bu, onlar için âdeta bir ziyafetti. Kahvaltıdan sonra ormanda gezintiye çıkıyorlar, yüksek kayalıkların olduğu yerden aşağıya doğru yanlarında getirdikleri yiyecekleri denize atıyorlar ve köpek balıklarının toplanmalarını izliyorlardı. Aslında yemlere gelen büyük balıklar, bir elin parmaklarını geçmiyordu. Toplanan balıklara bakılırsa aralarında köpek balığı da yoktu. Belki de kaçmaya çalışanları köpek balığının yediği, mahkûmlar arasında anlatılagelen bir efsaneydi ama yine de belli olmazdı.

Buraya müebbetlik olup da diğer hapishanelerde olay çıkarmayanlar getiriliyordu. Bir şekilde kaldıkları hapishanenin psikoloğundan olumlu yanıt alarak buraya gelenler olsa da sorunlarından dolayı yine geldikleri yere gönderiliyordu.

Herkes kantinden genelde içecek, meyve, tatlı ve çerez alırken o ise kâğıt, kalem gibi araç gereçler isterdi. Görevliler hafif tebessüm ederek, “İsteklerini burada bulmak zor.” derdi. O da bu ihtiyaçları için idareye dilekçe yazardı. Müdür Bey; odasında kâğıt, defter, kalem, silgi vs. ne varsa onlardan kendisine her istediğinde hediye ederdi. Kendisi bu kâğıtlara notlar alır, kafasına takılan düşüncelerini de yazardı. Onun yazdığını gören diğer mahkûmlar, özellikle ev arkadaşları ona, ada filozofu derdi.

Adaya sonradan getirilmiş keçiler, koyunlar, tavuklar ve ördekler; mahkûmları, biraz da olsa esaret hayatlarından uzaklaştırıyordu. Buradaki küçük bahçede yetişen meyveler, sebzeler ve çiçekler ise hapishaneye farklı bir hava katıyordu.

Bir gün Müdür Bey’le konuşurken genç birisi, kendilerine doğru yaklaşmış ve biraz da alaycı bir tavırla şöyle demişti: 

– Müdürüm, bunların hepsi müebbet almış. Ne yapacaklar, bu hayvanları ve buradaki bahçeleri?

Müdür Bey, her zamanki babacan tavrıyla şu karşılığı vermişti: 

– Evlat, ömrünü huzurla geçirmenin ne demek olduğunu zamanla anlayacaksın.

O, kaçmayı hiç düşünmedi çünkü kendisini bekleyen kimsesi yoktu. Bulunduğu yerde yaşamını anlamlandırmaya çalışıyordu.

Adada belirli gün ve gecelerde etkinlikler düzenlenirdi. Bazen müzik ve tiyatro gösterileri bazen de sinema günleri yapılırdı. Herkes bu etkinliklere katılır, eğlenir ve biraz da olsa mahkûm olduklarını unuturdu. Bazen kendi kendine; “Ben, gerçekten suçluyum galiba!” derdi. Bu durum, ona yaşadığı hayatı kabullenmesi gerektiğini yoksa mutlu olamayacağını söylüyordu.

Akşamüzeri sahile gelmiş yine sesli düşünüyordu: “Önceden başımızı sokacak bir yuvamız olsun derdik, şimdi böyle bir yuvamız var ama buraya da yüreğimizi sığdıramıyoruz. Gökyüzü, uçsuz bucaksız lakin bizim için sahilden ötesi yok. Bizi buraya tutsak eden kanunları kimler yapmıştı? Acaba biz böyle üzüntülü iken onlar mutlu muydu? Tam anlamıyla hüznüne yanamaz, mutluluğuna sevinemezsin. Dünyanın tam ortasında yalnızız. Sağa dönsen yokluk, sola dönsen yokluk. Mevsimler geçer üzerinden ama sen bir ağaç gibi hep aynı yerdesin. Yaprak döker, çiçek açar, her şey seni eskitir ve eksiltir. Zamana karşı duramazsın…”  Bu düşüncelerinden sonra oturduğu yerden kalktı ve ağır adımlarla eve doğru yürüdü.

Yaz mevsiminin dayanılmaz sıcaklarında, ağustos böceklerinin sesleri, daha doğrusu şarkıları kaplardı her yeri. Serin geceler boyunca devam eden şarkılarıyla yalnızlıkları paylaşırlardı.

Bir gün bahçenin ayrık otlarını temizliyordu. Oradan geçen genç mahkûmlardan birisi sormuştu:

– Buradan çıkamayacağını bildiğin hâlde hâlâ buraya bir şeyler yapmaya çalışıyorsun.

Başını çevirmeden ona şu cevabı verdi: 

– Olabildiğince toprağa yakın ol ve ona saygı göster çünkü yakında onun olacaksın.

Genç mahkûm onunla konuşabileceğini düşündü ve:

– İnsan isteklerinin kölesidir, dedi. 

Gencin cevap vermesi hoşuna gitmişti. Onun sözünü karşılıksız bırakmadı: 

– Bazı şeyler insanı köle değil insan eder ve mutlu yapar. Mutluluğun büyüğü küçüğü olmaz. O, bir iyi olma hâlidir.

Genç, yanına oturunca o da bir mola vermek ve konuşmayı devam ettirmek istedi:

– Geçen hafta psikolog ile görüşmede, benim özne olduğumu, istersem harikalar yaratacağımı anlattı. Ben, sessiz kaldım çünkü bu bana inandırıcı gelmiyordu. Mesela buradan çıkmayı çok istiyorum. Peki bunu nasıl başarabilirim? 

İkisi de sustu. Kısa bir sessizlikten sonra, 

– Bence her şey özne değil, dedi.

Genç, bir filozofla karşılaştığına ikna olmuştu. Aslında onun bu yönünü duyduğu için yanına gelmiş ve sohbet etme imkânı aramıştı. Konuşmaya devam etti:

– Burada zaman algımı yitirdim çünkü ölüm beni burada bulacak, bundan kaçış yok. Artık suçsuz olduğumu bile söyleyemiyorum. O kadar uzun zaman oldu ki buraya neden geldiğimi de hatırlamıyorum. Her ne ise olan oldu ve ben buradayım. Buraya insanların hepsi cinayet cezasıyla geliyor ama hatırladığım tek şey, ben cinayet işlemedim. Geçen her günün yüzümde beliren çizgileri, bana zamanı bildiriyor. 

Sustu, gencin yüzüne baktı ve şöyle dedi: 

-Neyse, boşver bunları! Hadi, kahve içmeye gidelim.

Özellikle bazı akşamlar hüzünlenir ve ağlardı. Ne bekleyeni vardı ne de bir mektup yazsa göndereceği bir adresi hatta bir yarını bile yoktu. Bütün bunlara rağmen sabah olduğunda akşam etmeye ümit taşırdı.

Gardiyanlar, akşam sayımından sonra herkesin evlerine girmesini bekler ve kapılarını dışarıdan kilitlerdi. Gardiyan, her akşam olduğu gibi yine elinde anahtarlarla geldi. O an, idrakinde öyle uzun sürüyordu ki bu kapının kilitlenmeyeceği bir günün ümidini taşıyordu. Görevli memur anahtarı çıkardı. Onun gözleri anahtarlarda, kulağı anahtarların çıkardığı sesteydi. Anahtar kilitle buluştu. O nefesini tuttu. Anahtarın, kilidin içerisinde dönmesiyle çıkan ses beyninde yankılandı. İkinci kez dönen sihirli nesnenin kilitten ayrılacağı an o da tuttuğu nefesini verdi. İşini bitirmenin gururu yüzüne yansıyan gardiyanla göz göze geldi. Bir şeyler söylemek istedi ama sonra vazgeçti. Memur ona saygıyla “İyi akşamlar!” diyerek oradan uzaklaştı. O ise hâlâ kapının kilidine bakıyordu.