-Olmaz öyle şey! Olmaz öyle şey!
Annem birden yüzüme baktı.
-Ne oldu anne? dedim.
-Niye sayıklıyorsun? Yakup Amca’ya mı özendin?
Zihnimden geçenleri okumuş olamazdı. Belli ki dilimdeydi kelimeler. Uyku mahmurluğuyla tekrarlıyordum. Yakup Amca’yı düşündüm. Gülümsedim.
-Deli Yakup mu?
-Deli deme, gücenir. Hem ne belli deli olduğu?
Biraz düşündüm. Anneme hak verdim. Köylü, çok okumaktan deli oldu, diyordu. Okumalı ama fazla değil. Hem nasıl da biliyordu yirmi otuz yıl önceki tarihleri. Doğduğum günü sormuştum. İki üç saniye düşünüp perşembe demişti. Perşembe olmalı besbelli. Doğruydu. Böyle hesap yapan adama deli mi denir? Kendime kızdım.
Kahvaltıya oturduk. Masa dopdoluydu. Koyun peyniri, zeytin, kuşburnu reçeli. Hepsi ev yapımıydı. Köy kahvaltısı buna denir. Ankara’da en lüks mekânlara oturursun da böyle kahvaltı bulamazsın. Bir de “köy kahvaltısı” yazmazlar mı?
-Olmaz öyle şey! Öyle köy kahvaltısı mı olur?
Annemle göz göze geldik. Yine yakalanmıştım. Babam kahvaltısını bitirmiş, salonda televizyon izliyordu. Kahvaltımı bitirip ben de salona geçtim. Haberler başlamıştı…
-“Olmaz öyle şey!” dedi.
Anneme seslendim:
-Babama da bulaştırdım. Bak o da tekrarlamaya başladı.
Babam hafif tebessüm etti. Neşeli biridir aslında babam. Ama artık eskisi gibi gülmüyor. Abim işsiz kaldıktan sonra epey durgunlaştı. Kolay değil tabii.
Tarlada büyümüş babam. Yazın tütün tarlası, kışın zeytin tarlası. Çocukları işçi olmasın, istiyordu. Kıt kanaat imkânlarla okuttu bizi. Abim işinden olunca da eve kapattı kendini. Kim olsa üzülür, taştan duvardan değiliz ya. Bereket nasibi varmış abimin. Fabrikada iş buldu. Çalışıyor. Daha kötüsü olsaydı. Allah muhafaza.
Vakit öğleye yaklaşıyordu. Evde sıkılmaya başladım. Annem bulaşıkları yıkıyordu. Mutfağa onun yanına gittim.
-Canın sıkılıyorsa dedeni ziyaret et. Bayramdan beri gitmiyoruz. Bizden de selam götür.
Annem ne mübarek kadın! Yine içimi okudu sanki. Sıkıldığımı anladı.
Ayakkabılarımın tozunu aldım. Kedilerin kabı gözüme ilişti merdivende. Çıkarken biraz yoğurt koysam, iyi olur. Aç kalmasın yavrular.
Tekrardan mutfağa girince annem tembihledi:
-Acıkuyu Yokuşu’ndan inme. Dün yağmur yağdı. Orası çamurdur şimdi. Üstün kirlenmesin.
-Tamam anne, dedim. Yeni yoldan inerim mezarlığa. Sen de bizi iyice çocuk belledin.
-Annelerin gözünde evlatları hep çocuktur, dedi. Yine haklıydı annem.
Yeşil montumu alıp evden çıktım. Mevsim bahar, aylardan nisandı. Ama olsun. Terlersem elime alırım montumu. Ya yağmur yağarsa. Tedbirli olmak en iyisi.
Sokakta usul usul yürüyor, bir yandan da evlerin bahçesinden sarkan ağaçlara bakıyordum. Bademler, incirler, elmalar, kirazlar… Hepsi yaza hazırlık yapıyordu. Komşumuz Meryem Teyze de öyle. Selam verdim. Çaya çağırdıysa da oturmadım. Odun ateşinde de çay çok güzel olur. Başka zamana artık.
Dedemlerin evinden aşağı yürüdüm. Leylek ağacının yanından Acıkuyu tarafına döndüm. “Leylek ağacı mı olurmuş canım?’’ demeyin. Ağaç kurumuş ama dalları yuvalarla dolu. Mayısta cıvıl cıvıl olur. Hem onun da meyvesi olmayıversin. Her yıl kaç yavru büyüyor o ağaçta. Yetmez mi?
Biraz ilerleyince yokuşa vardım. Karabaş’ı gördüm. Halamların köpeği. O da benim gibi sıkılmış, dolaşıyordu. Yokuşu geçince arkadan seslendim. Orası çamurludur. “Kirlenir, ıslanırsın” demek istedim. Döndü. Hafif gülümser gibi baktı. Yoluna devam etti. Köpekler konuşur mu hiç?
-Olmaz öyle şey!
Yeni yoldan mezarlığa indim. Dedemin mezarına gidip dua ettim. Sümbülleri suladım. Dedem çok severdi sümbülleri. Mor mor, pembe pembe. Annemin selamını da iletmeyi ihmal etmedim. Gönül koymasın, diye diğer dedeme de uğradım. Hava kapanıyordu. İyi ki montu almışım.
Kapıya yönelirken bir cenaze geldi. Hocayla birlikte üç beş kişi vardı. Kimsesi yokmuş garibin. Öğrendim. Yakup Amca’ymış. Namazını kıldık. Kabrin başına geldik. Merhumu kabre koymak için birisi inmeliydi.
-“Ahmet Hoca, sen indir.” dediler.
Köylü milleti de acayip. Biraz okuduğunu görmesin, hemen hoca yaparlar adamı. Kabir iyice çamurluğa dönmüştü. Dünkü yağmurdan olacak, su bile birikmişti biraz. Hoca “Cübbem kirlenmesin!” diye geride duruyordu. Ah, bu hocalar! Senin cübben kirlenmesin, ya benim montum!
“İş başa düştü!” deyip kabre indim. Ayakkabım çamura batmıştı zaten. Varsın montum da batsın. Yakup Amca’ya değer. İndirirken helallik istedim. “Sabah seni andık, hakkını helal et.” dedim. Köylüler duymadı. Yakup Amca duymuştur. Helal eder o. Bazı hesabı çok iyi bilir de böyle hesapları pek bilmez. Deli sonuçta. Akıllı olsaydı işimiz zordu.
Mezarlıktan çıktım. Kapının ilerisindeki hayrattan su içtim. Montumu, ayakkabılarımı biraz temizledim. Derken Karabaş çıkageldi. Acıkuyu’dan inmişti. Üstünde ne çamur vardı ne de başka pislik. Toz bile konmamıştı üstüne nerdeyse. Bir ona baktım, bir kendime. Kahvaltıyı, haberleri, babamı, leylek ağacını, Acıkuyu yokuşunu, Karabaş’ın gülümsemesini, hocanın cübbesini düşündüm. Bir de Yakup Amca var tabii. Hafiften gülümsedim.
-Olmaz öyle şey!