Altı saatten fazladır direksiyon sallıyordum ve artık gözlerim ağırlaşmaya başlamıştı. Dikkatimi toplamak için başlattığım yolun kenarındaki ve arabaların çarpıp öldürdüğü kanguruları sayma oyunu da artık fayda etmeyince kısa bir mola vermeye karar verdim.
Avustralya yollarında öyle bildiğiniz mola tesisleri falan yoktur. Ağaçlarla çevrili yol kenarı, bir alanda sineklerin uçuştuğu bir tuvalet, bir çeşme ve birkaç banktan oluşan dinlenme alanı bulursunuz sadece. Eğer şanslıysanız bazen bir karavanda kahve ve donut satan birilerine de denk gelebilirsiniz. Bugün benim şanslı günümdü anlaşılan zira cezbedici bir kahve kokusu etrafta tiryaki arıyordu.
Arabayı park edip indiğimde buz gibi bir hava tenime çarpınca önce biraz şaşırdım. Aslında şaşılacak bir şey yoktu, ağustos ayında yani kışın ortasındaydık. Ağustos ve kış sözcüklerinin aynı cümlede kullanılması sizin için imkânsız gelebilir ama bu memlekette başta direksiyon olmak üzere çoğu şey -buna mevsimler de dâhil- hep terstir.
Soğuk iyi gelmiş, uykum hemen açılmıştı. Kahve karavanının yanındaki iki banktan biri boştu, diğerinde dört genç bağıra çağıra konuşarak gülüşüyorlardı. Kahvemi sipariş edip boş bankta oturmaya başladım. Çok beklememe gerek kalmadan mis gibi kokan sıcak kahvem gelmiş, daha aldığım ilk yudumda ısınmaya başlamıştım bile.
Acelem yoktu. O yüzden yudum yudum, tadına vara vara kahvemi içerken başka bir uykulu gözün daha arabasını park edip karavana doğru yürüdüğünü gördüm. Kırk yaşlarında, kirli kızıl sakallı, masmavi gözlü, hafif tombul bir adamdı bu. Siparişini verip bana doğru tebessüm ederek yürümeye başladı. Adamın bu sevimli hâli, gayriihtiyari bende de bir tebessümle karşılığını buldu.
Ağır bir Aussie aksanıyla “G’day mate!” diye beni selamlayıp yanıma oturmak için izin istedi. Kafamı sallayıp selamını aldıktan sonra elimle yanımdaki boş yeri gösterdiğimde gülerek hemen oturdu. Havanın soğukluğuna okkalı bir küfür salladıktan sonra ellerini ağzına götürüp hohlayarak ısıtmaya çalıştı. Kahvesi gelip içmeye başlayınca o da benim gibi kendine geldi ve teklifsizce anlatmaya başladı.
Sözcükleri öyle yutarak konuşuyordu ki söylediklerinin ancak yarısını anlayabiliyordum. Elbette bunu ona çaktıracak değildim. Arada bir kafamı sallıyor, dediklerini anlıyormuş gibi yapıyor, bazen de ufak tefek sorular sorup sohbeti devam ettirmeye çalışıyordum. Bir ara sırf ilgili görünmek için ne iş yaptığını sorduğumda ağzında bir şeyler geveledi ama ben yine tam anlayamadım. Aslında duyduğum şeyi doğru anlamıştım ama idrak edememiştim çünkü böyle bir meslek olduğundan daha önce hiç haberim olmamıştı.
Şaşkın gözlerle tekrar tekrar sorduğumda aldığım cevap hep aynıydı: Mark’ın mesleğinin “ölü toplayıcısı” olduğunu öğrenmiştim. Yüzümdeki garip ifade onu neşelendirmiş, gözlerini kısıp hafif tombul göbeğini Noel Baba gibi hoplatıp gülmeye başlamıştı: “Kusura bakma dostum! Ne iş yaptığımı kime söylesem senin gibi apışıp kalıyor, bu da beni biraz neşelendiriyor işte.” derken hâlâ gülmeye devam ediyordu. Bense biraz meraktan biraz da ilginç gelmesinden olacak sormaya başladım:
– Tam olarak ne yapıyorsun? Ölü dediğin meyve değil ki toplayasın! Sen nasıl topluyorsun?
Mark, az önceki neşeli hâlinden uzaklaşıp biraz da heyecanlanarak oturduğu yerden doğruldu. Konuşurken işini ciddiye aldığı oldukça belli oluyordu. Gözlerini hafifçe kısıp arada bir kızıl sakallarını sıvazlayarak anlatmaya başladı:
– Bilirsin, birileri bir yerlerde ölürse onların cesetlerinin alınıp morga getirilmesi gerekir. İşte benim işim bu dostum, ölüleri alıp morga götürmek. Tabii daha çok polislik, savcılık işi olmayan ölülerle ilgileniriz biz. Evinde huzur içinde ölmüş yaşlılar, bir mağazada kalp krizi geçirip göçen teyze ve amcalar genelde bizim en sadık müşterilerimizdir.
Bir an ölenlere müşteri dediği için utandı, yüzü hafif kızardı ve bir açıklama yapma gereği duydu:
– Yanlış anlama, yirmi yıldır bu işi yapınca insan biraz hassasiyetini kaybediyor ama ben saygılıyımdır ölülerime, hep iyi davranırım ve onları asla incitmem.
Sonra kaldığı yerden anlatmaya devam etti:
– Arada bir gençler ve çocuklar da karşımıza çıkar tabii.
Bunu dedikten sonra bir süre konuşmadı, hatta gözlerinde bir iki nemli damla da belirdi gibi ama hemen kendini toplayıp devam etti:
– Ne yazık ki hayatı bilmiyor bu çocuklar. Yaşamanın ne güzel bir şey olduğunun farkında değiller. Biliyor musun? Her hafta bir iki intihar eden oluyor. Kimisi bir yerden kendini atıyor kimisi de ilaç içiyor. En çok onlara üzülüyorum, soğuk bedenlerini o plastik poşetlere koyup buz gibi morga götürürken. Sonra aileleri geliyor aklıma, özellikle de anneleri.
“Her gün bu kadar ceset görmek seni etkilemiyor mu? Nasıl katlanıyorsun bunca şeye?” diye merakla sorduğumda cevap vermeden önce kahvesinden büyük bir yudum aldı, sonra yine kızıl sakallarını sıvazlayıp acı bir gülümsemeyle bana bakıp şöyle dedi:
– Başlarda çok zordu. Her gece o gün topladığım cesetleri rüyamda görüyor ve bir türlü uyuyamıyordum ama paraya ihtiyacım vardı ve bu işin parası da oldukça iyiydi. Bir ara bir psikoloğa gitmeyi bile düşündüm. Zaten devlet de her altı ayda bir formalite bile olsa bizi gönderiyordu. Sonra yaptığımı sadece bir iş hem de önemli bir iş gibi görmeye başlayınca alıştım. Artık o insanları ölü olarak görmüyorum, onlar benim müşterilerim. Benden hayatlarının sonunda düzgün bir hizmet alıp huzur içinde dinlenmeye gidecek yolcular onlar. O yüzden ben de elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum.
– İnsan ölü görünce ne bileyim korkar, çekinir biraz, sen öyle hissetmiyor musun?”
Bu sorum karşısında yandaki gürültücü gençleri bile bastıracak bir kahkaha savurdu ve şöyle cevap verdi:
– İnsan ölüden niye korksun dostum, onlar zararsız garibanlardır, ille de korkacaksan dirilerden kork sen!
Daha sonra da biten kahvesinin kahverengi kâğıttan bardağını eline alıp ayağa kalktı. O böyle ayaklanınca ben de kendimi ayağa kalkmak zorunda hissettim.
“Kusura bakma! İnsan vaktini hep ölülerle geçirince konuşmayı özlüyor, senin gibi dinlemeyi seven birini de bulunca çenesi kapanmıyor işte. Canını sıktıysam özür dilerim.” deyip elini uzatınca kuvvetlice elinden sıktım. Samimiyetim elinden kalbine ulaşmış olacak ki mavi gözlerini kısıp tekrar gülümsedi ve “Umarım seninle bir daha sadece kahve molasında görüşürüz.” deyip gülerek yavaş adımlarla arabasına binip gözden kayboldu.
Çok güzel sıra dışı bir hikaye, tebrikler Semih hocam ????
Teşekkür ederim değerli yorumunuz için.
Teşekkür ederim değerli yorumunuz için