Şehrin geniş ve ışıklı caddesinde yürürken bir taraftan da yabancısı olduğu hayatını düşünüyordu. Arabalar hızla yanından geçiyor; geride bıraktığı rüzgâr, kadının saçlarını savuruyordu. Anlamsız bir yerde, anlamsız ilişkiler yaşıyordu. Bu anlamsızlık, bu yabancılık hissi, bir fare gibi kemiriyordu içini. Alakasız bir yere konmuş herhangi bir eşyanın iğreti durması gibiydi bu hikâyenin içinde oluşu. Kendini vitrinin  köşesine sıkıştırılmış yapma bir çiçek, yatak odasındaki gardırobun üstüne konmuş bir davul fırın gibi hissediyordu. O kadar alakasız, o kadar iğretiydi.

Nasıl oldu da girdim ben bu hikâyenin içine? Kalemi her eline alan istediği gibi yazabiliyor muydu hikâyeyi? Cinsiyetime, ismime ve işime, kendisine yazar diyen kişi mi karar veriyordu yani? Ayakkabı numarama, sevdiğim yemeklere hatta iç seslerime bile hâkimdi. Bilinç akışıma bile müdahele ediyordu. Akışta olan bilincime bile.

Kadın, küçük bir köyü andıran plazanın bir ofisinde yönetici olarak çalışıyordu ama hiç de bir yönetici vasfı yoktu kendisinde. Her gün söylene söylene gittiği işinden istifa da edemiyordu. Bir plazada çalışmak modern kölelik değil de neydi? İnsanın ruhunu yok eden kurallar, zoraki bir hiyerarşi, etiketin kaliteden daha değerli olduğu bir hayat, çekilir gibi değildi. O, kendisini daha çok bir aylak gibi hissediyordu. Öyle sokaklarda dolanmak, uzaktan insanları gözetmek, sanat eserlerini incelemek, acıkınca bir çorbacıda çorbasını içmek, uykusu gelince de gidip bir otel odasında uyumak istiyordu. Belki de Yusuf Atılgan’ın hikâyesinde olmalıydı. “Ah, ne güzel olurdu babamdan kalan mirasla yaşamak!” diye geçirdi içinden. Olduğu kişi ile olmak istediği kişi arasındaki bu uçurum, kendisine ve etrafındaki her şeye yabancılaşmasına neden oluyordu. Gerçekte kimdi?  Kim koymuştu onu buraya? Ait olmadığı bir hikâyenin başkarakteri olarak kim yazmıştı?

Bir kara delik tarafından yutulmuş gibi hissetti kendini. Kaybolmuştu ve bu kurgunun içinden nasıl çıkacağını bilmiyordu. İçindeki kaos bir kar topu gibi gittikçe büyüyor, ona kimliğini sorgulatıyordu. Neden tercih etmediği bir hikâyenin kahramanı olmak zorundaydı? İnsanı insan yapan seçimleri değil miydi? “İnsan mı?” dedi küçümseyen bir gülümsemeyle. İnsan bile değildi oysa, bir hikâye karakteriydi sadece. “Kimim ben, ne işim var benim burada?” diye bağırmak istedi avazı çıktığı kadar. Kalem buna da izin vermedi.  

İçinde ruhunu ele geçirmiş derin bir çaresizlik belirdi. Ayaz iyiden iyiye şehri sarmış, soğuk ellerini ve yüzünü hissizleştirmişti. Nereye gideceğini bilmiyordu. Arabası da bozulmuş, güya tamirdeymiş! Kalem onu otobüs durağına yönlendirdi. Ters yöne dönüp olanca hızıyla koşmak istedi fakat yapamıyordu. Gizli bir el onu tutuyordu âdeta. Kalem durağa gideceğini yazıyordu: “Kadın, gelen ilk otobüse binip evine gitmeye karar verdi.” 

“Kim karar verdi? Ben mi? Sil şu saçma cümleyi! Soluğum kesilene kadar koşmak istiyorum ben, ait hissettiğim hikâyeyi bulana kadar koşmak!”

Kaleme karşı gelemedi, otobüse bindi. Kalabalığı yarıp arkadaki boş koltuklardan birine oturdu. Üşüyen ellerini soluğu ile ısıtmaya çalışırken gözleri otobüsteki diğer karakterleri taradı sırayla. Hepsinin yüzleri, giyimleri, duruşları, bakışları farklıydı. Kim bilir, belki onlar da kahramanı olamadıkları bu hikâyenin talihsiz yan karakterleriydi. Ne hissediyorlardı acaba? Memnunlar mıydı bu hikâyenin içinde olmaktan? Yoksa onlar da mı çıkmak istiyorlardı istemeden girdikleri bu hikâyenin içinden?

İneceği durağa vardığında otobüstekilerin yarısı kalem tarafından indirilmişti. Hepsi iç içe geçmiş hikâyelerin karakterleri olmak için farklı duraklarda inmişlerdi. Kimi ailesini geçindirmek için akşama kadar yük taşıyan sıradan bir aile babası, kimi kocasından ekonomik şiddet gördüğü için bebeğini bırakıp çalışmak zorunda kalan bir kadın, kimi hayatın anlamını sorgulayan bir genç, kimi de gerçek aşkı bulamadığı için evlenmemiş kırkında bir kız kurusuydu. Hepsinin ortak noktası ise aynı kalemin yazdığı bu hikâyede olmaktı. Hikâyelerinin  kesişme noktasıydı burası.   

Evinin kapısına geldiğinde saat gece yarısını geçiyordu. Hava iyiden iyiye soğumuş, şehrin üstüne ağır bir sis çökmüştü. Çantasından anahtarlarını çıkarıp kapıyı açtı ve yalnız yaşadığı evine girdi. Belki de bir kedi olmalıydı bu hikâyede. Yalnızlığını azaltacak bir kedi. Ondan bile mahrumdu. Kalem ne isterse o oluyordu. Paltosunu ve beresini çıkarıp koltuğa bıraktı. Tam da o anda pause break tuşuna basılmış bir bilgisayar ekranı gibi dondu görüntü. 

Her şey birkaç dakikalığına durdu; akan trafik, sokağın sesi, esen rüzgâr, saatin tik takları, köpek havlamaları… Birkaç dakika sonra yazmaya devam etti kalem: 

“Kadın paltosunu ve beresini çıkarıp koltuğa bıraktı ve arkasını dönüp üç adım ilerleyip mutfağa geçti. Isıtıcıya kaynaması için su koydu. Isıtıcıdan sıcak buharlar çıkarken buz kesen ellerini ve yüzünü ılık suyla yıkamak için banyoya geçti. Kapıdan girer girmez aynadaki yüzüyle göz göze geldi. Uzunca baktı bu yüze. Başka bir yüzü seyreder gibi yabancılaştı bakışları. ‘İnsan olmak ne demek?’ diye geçirdi içinden. Arzular, istekler, hayaller ve tercihler miydi insanı insan yapan? Yoksa bir gerçeğin gölgesi miydi insan denen varlık? Allak bullak olmuştu zihni. Bir kurgu karakteri olduğunu hatırladı sonra. Tek istediği başkasına ait bu hikâyenin içinden çıkmaktı. Aynadaki görüntüsü kaybolup tekrar geri geldi. Kadın korktu önce. Aynaya doğru yaklaştı. Yüzü bir görünüp bir kayboluyordu. Ne olduğuna bir anlam veremiyordu. Isıtıcının tık sesi duyuldu arka planda. Ayna bulanıklaştı, gittikçe bulanıklaştı. Kadının aynadaki silüeti kayboldu.”

Masa lambasının loş ışığı altında oturan adam kalemi bıraktı. İçine sinmeyen bir şey vardı. Kâğıtları yırtıp çöpe attı.