Hani sana demiştim ya bir kitap yazacağım diye. Yazdım, vallahi billahi bitirdim. Ancak pek bir para etmeyebilir belki yazdıklarım. Okuyucu eline düşecek olursa “Kâğıt israfı!” diye yafta yeme olasılığı oldukça yüksek. Okumaya başladıktan sonra sen de fark edeceksin zaten; girişlerimin patavatsızlığını, gelişme ve sonuçlarımda labirentin ucunun görünmediğini. On iki puntonun içine sığdırmaya çalıştığım harflerimin artık baston tutan, emeklilik isteyen hâllerini. Muhtemelen kelimelerimin aldığı kilolar da gözüne çarpacaktır. “Kız Ayşegül bu ne? N’aptın bu kelimelere? Bunlara hormon ilaçları mı içirdin, yağlı Adana mı yedirdin?” dediğini duyar gibiyim. Sorma Ahmet’çim, her bir kelimemin basenleri korkularla, baldırları küskünlükle şişti. Ne yazık ki hiçbir cümlem, gülücük emojili, öpücük GIF’li, pipet çekimli, kadeh tokuşturmalı değil artık.
Sana işin açığını söyleyeyim mi? İğnesinden ipliğine, noktasından virgülüne kadar yazılarımın her birinden Pollyanna maskesini çıkardığım, onları bir köşede kefenlediğimden beri bu böyle. Yazdığım her şey makyajsız, ekranında filtresi yok. Yalın ayak, dımdızlaklar. Eğer kafamdan maske düşüklüğüne dair bir sendrom uyduracak olursam tam da o hizada dolanacaklar. Bak, özellikle maske diyorum, dikkat et! Burada maske meselesine azıcık ekmek bandırmazsam vallahi içimde kalır. Ben bu zımbırtıyla alakalı ne diyorum biliyor musun? Hani kapalı alanlarda maske kullanma zorunluluğuna rağmen, korona vücudumuzda gerdan kırıp halaya tutuşmuştu ya, bu Pollyanna maskesi de bana biraz öyle gibi geliyor. Allah aşkına bir Allah’ın kulunu gördün mü? “Bu maske üzüntü virüslerini gık diye kesiyor; aha bak, ben nasıl musmutluyum.” diyen… Bana sorarsan vaktiyle Elenor H. Porter’ın çoluk çocuğu sevindirip bu kitabı yazmasına “Eyvallah!” derim demesine de maskesini icat etmek bizim bu koltuk değnekli ruhlarımıza pek bir yavan durdu sanki. Adides, Fuma, Sunbacks Cafe, Coca Cola vb. bunların her biri neyse, bizim bu Polyanna maskeleri de bir o kadar ucuz, asidi kaçmış, naylona boğulmuş gibi geliyor bana.
Benim kitabın yaşadığı serüvene dönecek olursak, sana harflerimin ebesinden, kelimelerimin sülalesinden ve hatta cümlelerimin dıdısının dıdısından gelen sitemli selamlarla sözüme devam etmek isterim. Her biri bu süreçte okuyucuyu sürükleyebilmek için var güçleriyle küpeştelerini ittirip küreklere sarıldılar. Çok çabaladılar, “Yelkenler fora!” demek için ama ben yelken direklerini de ılıman rüzgârı da onlardan epey bir esirgedim. İçimden de dışımdan da hep aynı şeyi söyledim: “Öyle kolaya kaçmak yok!” Zavallı metinlerim, cümle içlerine yerleştirdiğim kimi ifadelerin çıkardığı hortumlarda boğulma tehlikesi atlata atlata bugünlere geldiler. “Altı yıldır yavrularıma geceleri etten kemikten ‘baba’ hikâyeleri okuyorum!” ifadesinde ünlem işaretinin nefesi kesilmişti. “Yavrularımın babası hücreden gönderdiği bu mektubunda ise iki nokta üst üstenin kısa süreli bitkisel hayata girdiğini görmüştüm.
Ben var ya, bazen kendimi gişe rekortmeni bir aksiyon filminin hasis yönetmeni gibi hissediyorum. “Başroldeki kahramanlarımın acı çeken sahnesi ne kadar fazla olursa bu filmden o kadar ekmek yeriz.” diyenlerden. Normalde kırmızı halıda yürüyen Tom Hanks’in, Natalie Portman’ın makyajı ve kıyafeti eyvallah yerinde olur da benim Natalieler, Tomlar aynı zamanda metin içinde dublörlük vazifesi de yaptıkları için kafaları, gözleri yarılmış vaziyette yürüyorlar. Yumuşak G’lerimin şapkası parça pinçik, K’lerim karnına yediği yumruklar yüzünden biraz geriden geliyor. B’lerim dersen gözlerinin morluğundan kafasını yerden kaldıramıyor… Ara sıra kulak kabartıyorum. Bana; “Yaşadıkların mızrak, bizlerse sanki çuvaldık. Mızrak çuvala sığmaz, dediysek de sana bir türlü dinletemedik. Bizi deldin, kanattın, yırttın.” diyorlar. Haklılar. Bu altı yıllık cehennemi onlara anlatmanın, anlattırmanın sabıkalısıyım ben. Günün birinde “Harflerden uzaklaştırma cezası” verilecek olursa, herhalde metinlerim beni ihbar etmek için zil takıp oynayacaklardır. Ama neylersin harf görmeden, onlara içimde yürüyen TOMA’lardan travmalarımızı püskürtmeden, savrulduğumuz fırtınaları estirmeden ben de yaşayamıyorum.
Yani böyle işte. Seri katil gibi bir yazar adayının mektubundan da bu beklenir zaten. Şimdi sıra geldi kitabımın basım sürecine. Bu konuda inan ki üç buçuk atıyorum. Karnımın içinde kelebekler yetmedi; böcekler, karasinekler de uçuşuyor. Onlar “Pır pır!” ettikçe, affedersin, beni de cırcır ettiler. (Laf aramızda, bağırsaklarım şu sıralar felaket.)
Ne diyorum biliyor musun? Belli mi olur, bir de bakmışsın ünlü yayınevlerinden birisi, benim bu bukleleri bozulmuş onca sıfat tamlamalarımın, üzerine yağmur, kar damlayan fiillerimin ellerinden tutuverir. Buz dağına çarpmış yüzlerce anımızın Titanik gibi batıp yok olmasına engel oluverir. Ne güzel hayallerim var de mi? Tıpkı elinde sazıyla ipini koparıp Kumkapı’ya tünemiş; kapı eşiklerinde, merdiven aralarında yatıp kalkanlar gibi oldum. Bi de derler ya hani; “Abi, sesim aynı Orhan Baba gibi. Bi türkü çığırayım da bak bir dinle. Kaset yapacan de mi bana? Abi, dur ittirme abi! Tamam bir daha gelmem dükkânına. Bak 3 aydır buradayım. Sesimi bir daha dinle be abi. Ekmek çarpsın aynı Müslüm baba değil miyim ben?”
Bakalım ben ne derim ünlü yayınevi organizatörlerine? “Harflerim aynı Orhan Pamuk’un harflerinden, pamuk gibi, oku be abi! Yumuşacık, kadife gibi değil mi bu yazılar? Öyle deme be abi, yazıların canına okumak kim, ben kim? Telefonu niye yüzüme kapattın be abi?” Sen şimdi bu kısımda kocaman kocaman gülücük emojileri yerleştirdiğimi farz et.
Benimki hayal zinciri işte Ahmet’çim! Fırtınaların kucağında bire yedi yüz veren sararmış kelimelerimi akşam pazarında iskontoya serme mücadelesi. İmamesi husufa, boncukları küsufa, ipliği arafa doğru yol almış bir tespihin tüttürdüğü sarı çizmeli Mehmet Ağa türküsü.
Şaka maka. Ne Pollyanna ne de Küçük Emrah müziği dinletesim var okuyucularıma. Dozajını çok iyi ayarlayamamış olabilirim ama isterim ki üzerinden buldozer geçmiş günlerin trajedisini bir porsiyon umut, yarım çay bardağı ibret, bir silme kaşığı ironiyle okusunlar. Yine de “Kâğıt israfı!” diyecek olurlarsa herkesin canı sağ olsun. Canımı sıkacak değilim. Nazım gibi ben de “Ve daima iyi şeyler düşünmeli, bir mahpusun karısı.” derim. Suspus olmadan, bizi puslandıran hatıraları klavye tuşlarıma dolaya dolaya yoluma devam ederim ve ilk editörüm, ilk limanım, ilk Güzin ablam olduğun için bir kez daha sana teşekkür ederim. (Güzin abla kısmında kahkaha emojisi olduğunu farz et.)
Allah’a emanet ol hayat arkadaşım. Seni çok seviyorum.
Tebrik ederim, harika bir yazı olmuş????????????
tesekkürler esra hanım????
Harika bir hikaye. Gerçekten zevkle okudum. Kelimelerin kovalamaca oyununa ben de katılmışım ki nefes nefese kaldım. Kaleminize sağlık
çok teşekkür ederim