Yıllar önceydi. Fakültede edebiyat şubesinin talebeleri olarak meşhur şairlerden birini dinleyecektik. Amfide toplandık. Kendisi konuşmasının başında biraz şiirlerinden bahsetti. Kafiyeleri nasıl bulduğundan ve şiir yazarken takip ettiği usullerden bahsetti. Söz bir yerde edebiyatçıların maddi sıkıntılarına geldi. Belki de karşısında gördüğü gençlere kendince tavsiyelerde bulunmak istedi. Aradan 20 yıl geçmesine rağmen unutamadığım şu cümleyi söyledi. “Şairin, yazarın iki evi olmalı. Birinde dururken diğerinin de kirasını almalı ki hayatını devam ettirebilsin.” Aradan geçen senelerde, o ilk gençlik dönemimde tam idrak edemediğim bu sözü bizzat yaşadım ve çok kimsede gördüm. Neden Tanpınar’ın, Kutsi Tecer’in ve Yahya Kemal’in devlet memurluğu yaptığını, Peyami Safa’nın geçinmek için gazete köşesi yazdığını anlamış oldum. Daha pek çok isim bu şekilde sayılabilir. O konuşmada şakayla geçen bir söz de şuydu; “Eğer yazar veya şair olacaksanız zengin bir aileye damat ya da gelin olun.”
Hiç düşündünüz mü, yazarlık maddeten ne kazandırır yazana? Neden çoğu yazar maddi imkânsızlıklar içinde yaşar? Yeri gelir, neden paltosunu satacak hâle bile gelir? Yazdıklarını okuyanlardan hiç mi maddi, manevi vefa görmez? Öncelikle ifade etmem gerekirse hem dünyevi bir işle meşgul olup hem de çok iyi bir şair veya yazar olan kimse çok azdır. Çoğu kalem erbabı “Bir koltukta iki karpuz taşınmaz.” deyip daha işin başında kendilerine bir yol çizmişlerdir. Bir kısım ehl-i kalem ise şairlik ve yazarlıklarına yakın muharrirlik, gazetecilik, öğretmenlik, müderrislik vb. işleri icra etmişlerdir.
Eskiden şairler iki kısımdı; divan şairi ve saz şairi. İlk kısımdaki şairler şehirli ve tahsilli kimselere, diğerleri ise ekseriyetle köylü ve tahsilsiz insanlara matuf eserler vermişlerdir. Divan şairleri umum itibariyle şimdi bir belediye veya valiliğin kültür-sanat dairesine girmek gibi; bir bey, paşa veya sultanın himayesine girerlerdi. Onların sünnet, düğün ve bayram gibi önceden tarihi bilinen merasimlerine “ıydiyye” ve “sûriyye” gibi kasideleriyle katkıda bulunurlar ve konukları mest ederlerdi. İkinci bir yanıyla da cenaze ve seferlerin akabinde mersiye ve methiyeler düzerlerdi. Şiirlerinin hüsnükabulüne ya da hamisinin maddi imkânına vabeste atiyyelere mazhar olurlardı.
Halk ozanları, halkın bir araya geldiği merasimleri kollardı. Bayramlar, düğünler, panayırlar ve bağ bozumu şenlikleri bu kabîldendi. Sahne aldıkları şenliklerde, dinleyenleri sazlı sözlü coşturmaya çalışırlardı. Bazen de karşılıklı atışmalara girip vadedilen hediyeyi kazanmaya gayret ederlerdi. Neticede hem divan şairleri hem de halk ozanları ikinci bir işin yanında şairlik ya da ozanlığın gitmediğini göstermişlerdir.
Üçüncü bir sınıf olarak hem divan hem de halk şiiri yazan tekke şairleridir. Bu sınıf şairlerin ekserisi okuma ve yazma faaliyetlerinin temel olduğu bir vasatta yaşamaktaydılar. Bu yüzden yazmaya vakitleri vardı ve yazdıklarını elden ele, dilden dile yayacak vasata sahiplerdi.
Sonraki devirlerde matbaanın icadı, muvasala araçlarının gelişmesi ve nüfusun artışıyla birlikte divan şairleri halk içine çıkmadan da eserlerini daha geniş kitlelere ulaştırma imkânına kavuştu. Halk ozanları ise at sırtında köy köy ve şehir şehir dolaşmaya devam etti. Günümüzde divan şairlerinin yerinde şiir ve sanat eserlerini önceden yazan veya yapan sanatkârların olduğunu söyleyebiliriz. Halk âşıklarının çalışma usulü ise günümüzde de çoğunlukla aynı şekilde devam ediyor. Köylerdeki derneklerde ve şehirlerdeki festivallerde sahne alıyorlar. Televizyonlarda az da olsa arzıendam ediyorlar. Ancak o eski kural hiç değişmedi. İki işi bir arada götürebilen neredeyse hiç olmadı. Başlarda sanattan başka işlerde çalışanların da birçoğu, zamanla mürekkebin ya da sanatın cazibesine dayanamayıp kendilerini sadece yazmaya veya söylemeye verdi.
Son dönemde şarkıdan, türküden para kazananlar da oldu. Bunlar bir yandan sanatlarını icra ile meşgulken diğer yandan kazandıklarından ilerisi için yatırımlar yaptılar. Yakınlarından birilerini de bu işletmelerine nezaret için tuttular. Şarkı, türkü ve sinemadan iyi para kazananlar çıktı sanatçılar arasından. Fakat ressamlar, şairler, romancılar, heykeltıraşlar gibi erbab-ı sanatın kahir ekseriyeti hayatlarını zar zor idame ettirdiler. Tiyatrocuların bir kısmı tiyatroyu önceleri radyoya, sonrasında televizyona ve günümüzde internete de taşıdılar. Böylece hem sanatlarını icraya devam edebildiler hem de maddi imkânlarını daha iyi bir noktaya taşımış oldular. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde şair ve yazarlar, sanatlarını ancak bir devlet memurluğunun yanında icra edebilmekteydi. Az bir kısım ise kendi ayakları üzerinde durmaya kararlıydı. Maddi imkân elde etmenin yollarından biri de ülkedeki ana siyasi akımlardan birinin taraftarlarından destek görmekti. Böylece vilayet ve belediyeler, günümüzde adı sponsorluk olan destekler veriyordu. Yazarlardan son dönemde piyasada çokça görünerek kitaplarının satışını artırma yolunu seçenler de ortaya çıktı. Bu, bir nevi eskiden şiirini öven şairlerin yaptığına benzer bir hâldi.
İnternetin icadı kâğıt ve dağıtım masraflarını büyük ölçüde ortadan kaldırdı. İstenen şair ve yazarın eserlerine kâğıt baskıya nazaran çok cüzi ödemelerle ulaşma imkânı hasıl oldu. Dileyenler yine matbu nüshaları alabiliyor. Tiyatro oyunları ve sinema filmlerine internet üzerinden küçük bir ödemeyle veya birkaç saniyelik reklam seyrederek ulaşmak artık mümkün. Bununla birlikte bizzat gidip seyretmenin yolu da hâlâ açık. Tiyatro salonlarında farklı fiyatlarla satılan koltuklar var. Sinema salonlarında ise iki, üç ve hatta dört boyutlu seçenekler sunulmaya başlandı. En son biz de ailecek Avatar 2 filmini dört boyutlu salonda seyrettik. Birinci filmini ise evimizde, televizyondan seyretmiştik. Arada alınan ciddi keyif farkı vardı ama aynı zamanda da fiyat farkı.
Sonuçta sanat eseri üretmek bir kabiliyet ve zaman harcama işi. Çoğu zaman ciddi masraflı da bir sektör. Mukabilinde çoğunlukla takdir ve iltifat beklenen bir uğraşı. Okuyan, dinleyen ve seyredenlerin, hayatlarında sanat olmasaydı ne olurdu, diye düşünmeleri icap etmez mi? Sanat, şekli her ne olursa olsun hep bir ihtiyaç, insani duygular taşıyana. Bize insan olduğumuzu hissettiren sanat eserleri, her devirde olduğu gibi günümüzde de gerçek değerini görmeyi hak ediyor.
Bize insan olduğumuzu hissettiren sanat eserleri, her devirde olduğu gibi günümüzde de gerçek değerini görmeyi hak ediyor.
aynen katılıyorum…
Başlığı okuyunca ilk tepkim ‘doyursa iyi olur’ oldu ama ne yazıkki çoğu sanat karın doyurmuyor. Sanırım bu konuda biz fotoğrafçılar epey şanslıyız.
Güzel yazı, elinize sağlık.