Kapı zili acı acı çaldığında saat tam 15.00’ti. Avustralyalıların bu dakikliği bir Türk olarak beni her zaman şaşırtıyordu. Kapıyı açtığımda karşımda gördüğüm tip, beni hafif güldürdü. Mavi, hafif kirli bir tulumun içine zar zor sığmış; Noel Baba tarzı göbekli, seyrek ve beyaz sakallı; toz toprak içinde botları olan ve yüzünde insanı her türlü dertten alıp neşelendirecek bir gülüşle bana bakan, altmış yaşlarında, tonton bir amca karşımda duruyordu. Elinde, baston gibi plastik bir sopa ve garip ışıkları yanan bir alet tutuyordu.
Ağır Avustralya aksanıyla bana bakıp “Hi, mate!” dedikten sonra “pest control” için geldiğini söyledi. Avustralya’da her evin bahçesi, bahçesinde ağaçları, bahçeyi çevreleyen çitleri vardır ve bunların en tehlikeli düşmanları da termit karıncalarıdır. Sinsice evinize dadanan bu minik işgalciler, bahçenizdeki bir ağacı gasbettikten sonra kısa sürede çoğu ahşap malzemeden yapılmış evinize de uğrar ve önlem almazsanız çatınızı başınıza bile yıkabilir. İşte o yüzden her yıl düzenli olarak evler kontrolden geçirilir. Kapıdaki Süper Mario kılıklı tonton amca da işte bu yüzden gelmişti.
Masmavi gözlerindeki sıcak gülümsemeyle bana baktı, önce bahçeyi sonra da evi kontrol edeceğini söyleyip bahçe kapısını açmamı rica etti. Kapıyı açınca yüzündeki neşeli hava birden ciddileşti ve tek tek bahçedeki her ağacı, bahçeyi çevreleyen tüm tahta çitleri kontrole başladı. Elindeki plastik sopayla ağaçlara ve çitlere vuruyor, bir yandan da ışıklı aletiyle ölçümler yapıyordu. Bahçedeki işini tamamlayınca beraberce kapıya doğru ilerledik. Bundan sonrası beni en fazla endişelendiren aşamaydı.
Bakalım, “Rica etsem ayakkabını çıkarabilir misin?” dediğimde ne tepki verecekti? Daha önce eve gelen bazı tamircilere söylediğimde mırın kırın eden çok olmuş hatta güvenlik gerekçesiyle çıkaramayacağını söyleyenler de çıkmıştı. Gereksiz kısa tartışmalardan sonra ayakkabılarını çıkarsalar da bu durum bende stres yapmaya başlamıştı. Daha ben ağzımı açmadan bizim Süper Mario, neşeli ve mavi gözleriyle bana bakıp “Ayakkabılarımı çıkarmamı ister misin?” deyince adama olan sıcaklığım daha da arttı. Hele bir de toz toprak içindeki botlarının içinden göz kanatacak kadar fosforlu turuncu çoraplarını görünce aldı beni bir gülme.
Çoraplarına güldüğümü görünce, “Umarım kör olmazsın ama karım aldı çorapları, mecbur giyeceğiz. Yaşım daha genç, ölmek istemiyorum; hanım itiraz kabul etmez, hem yaşanıp görülecek çok şey var.” deyip göbeğini hoplata hoplata o da gülmeye başladı. Biz karşılıklı gülerken birden bana nereli olduğumu sordu. “Türk’üm.” deyince “Hadi be, yavriim, caniim!” deyince şaşkınlıktan donakaldım. Bizim ağır Ozi aksanlı Süper Mario Amca, benimle Türkçe konuşuyordu.
Yüzüne garip garip baktığımı görünce, “Benim babaanne Trabzonluydu, bizimle hep Türkçe konuşurdu. Şimdi unuttuk tabii, bana hep ‘Yavriim, caniim!’ derdi.” deyince o hep gülen gözleri nemlendi, bir iki yutkundu. Bundan sonrasına yarı Türkçe yarı İngilizce devam ettik. Hatırlayamadığı kelimeleri İngilizce söylüyor, bu arada da göz yaşartan turuncu çoraplarıyla evi gezip kontrol ediyordu.
Klasik iki Türk gibi ardından biraz politika, hava durumu, yemekler ve olmazsa olmaz futbol konuşmaya başladık. “Sizin şu Avrupa kupasındaki kaleci neydi öyle? Panter gibiydi. Beşiktaşlı mıydı o?” diye sordu. Ben, içimden “Yok artık, adam takımlarımızı bile biliyor.” diye düşünürken Fenerbahçeli olduğunu söylemez mi? İşte o anda fanatik bir Galatasaraylı olarak bende şalter attı. Kendine gelmesini, bir Galatasaraylının evinde misafir olduğunu, konuşmalarına dikkat etmesini ciddi bir tonla kendisine hatırlattığımda bir an sessizlik oldu ve sonra ikimiz de kahkahayla gülmeye başladık.
Sonra fark ettik ki birbimize henüz adlarımızı söylememiş, resmî olarak tanışmamıştık. Elimi sımsıkı, samimiyetle sıkarken “Ben George.” dedi. Ben, gülerek “Bırak şimdi, senin adın George değil, olsa olsa Yorgo’dur.” deyince bana sımsıkı sarıldı ve “Babaannem bana hep Yorgo’m, derdi.” dedi.
İşini bitirip termitlerden yana korkacak bir şey olmadığını söyleyince rahatlamadım değil. Kiraların her geçen gün yükseldiği Sidney’de sırf termit yüzünden ev taşımak bana pahalıya mal olabilirdi. Bu sevinçle kahve ikram etmek istediğimi söyleyince şakadan “Yunan kahvesi mi?” diye sordu. Benim yüzümün asıldığını görünce “Tamam, tamam! Türk kahvesi de olur ama yanında lokum da varsa!” deyince yine gülüştük. Allah’tan evde gül lokumu vardı da mahcup olmadık. Kahvelerimizi yudumlarken Avustralya’ya nasıl geldiğimizden, yaşadığımız zorluklardan ve memleketten konuştuk. Gençliğinde Türkiye’ye pek çok defa gittiğinden, her yerini gördüğünden, özellikle babaannesinin gözyaşlarıyla anlattığı Trabzon’u nasıl hüzün ve merakla gezdiğinden bahsetti. Bu sene Fenerbahçe’nin kesin şampiyon olacağını da eklemeyi unutmadı.
Vakit tamam olup ayrılık vakti geldiğinde ise bana sımsıcak sarıldıktan sonra “Seninle bir gün tavla atalım, hem böylece Fener mi Galatasaray mı daha iyi, öğrenmiş oluruz.” dedi, muzipçe. Haftaya onun evine davetliyim. Sırf gıcıklık olsun diye Türkiye’den yıllar önce gelirken getirdiğim Galatasaray formamı giyip gideceğim. Bakalım, bu sefer beni ne sürprizler bekliyor?
Hikayeniz bir solukta okunan güzel ve bıktırmayan bir üsluba sahip. Bu güzel hikayenin devamını bekliyoruz. Emeğinize sağlık.
Değerli yorumunuz için teşekkür ederim.