-Elimi yüzümü yıkadım, musluğu kapatıp geliyorum.
-Şıp, şıp, şıp, şııp… Bu musluk ne zamandır damlatıyor? Düşen damlalar halka halka dağılıyor. Halka halka, halllka halllka, haaallllkaa haalllkaaa…
-Tıp, tıp tıp, tıp, tıp tıp, tııp, tıııp…
Eh, sonunda bu glikoz serumu da bitti. Ne kadar uzadı bu sefer! Yarım litre kaç damla ki acaba? Yarım saati geçti. Bugün yediğim üçüncü serum. Neyse hemşireyi çağırayım da hortumu çıkarsın. Neredeydi şu sallanan düğme? Azıcık şu yıpranmış, yer yer çizik ve rengini atmış kırmızı karolu koridorda volta atsam. Hemşirenin gelmesini beklemektense boş şişeyi elime alayım da koridordan sesleneyim bari. Serumun asıldığı tekerlekli askının hemen yanında, iki yatak arasında duran iki karışlık demir bir direğin odanın ortasında ne işi var? Bir tek o mu? Yatakların baş ucundan sarkan kimi çalışan kimi çalışmayan sarı kablolar…
-Doğrulayım, hemşireyi on dakika beklemenin âlemi yok. Şunun şurası on adım.
-Hemen geliyorum.
Eski usul ahşap bir pencere. Pencereler gibi kocaman ve büyük eski yapım bir kalorifer peteği. Herhâlde dört kişi anca kaldırır. Bu bahar sabahında camların arasından hafif bir serinlik sızıyor. Serinliğe bile hasretim. Saçımın her teli serinlikten nasipleniyor. Diğer hastalar üşüyorum demeyecek olsalar hiç kapatmam ya, neyse!
Koğuşa geri dönme vakti. Üçüncü dâhiliye koğuşuna kapıdan girince karşıda, kalorifer peteğinin üstünde, bahçeye bakan ve belki üç metrelik eski tip bir pencere…
Bahçedeki çamlar üç bölmeli pencerenin ancak ortasından azıcık görülüyor. Yaşlı bir pelitin camdan görünen yerinde bir ağaçkakan yuva yapmış. Dikkatli bakınca seçiliyor. Alt ve üst camı boyamışlar. Keşke renkli cam koysalarmış. Koğuş üç kişilik. Geldiğimde kaloriferin yanında uyumaya çalışan seyrek saçlı, matruş bir ihtiyar vardı. Kızıl ve yuvarlak burnu görünüyordu. Gece ilerlemişti. Güler yüzlü, tatlı dilli ve hafif tombulca bir hemşire pijama verdi. Ardından sağ koluma serum taktı, ağrılarımı dindirsin diye. O arada hanımı biri almaya geldi. Yarım saat kadar daha kıvrandıktan sonra gevşemeye başladı vücudum. Ertesi sabah olmuş.
-“Haydi, yatağa. Kolunu uzat!” diyor hemşire.
-Tıp, tıp tıp, tıp, tıp tıp, tııp, tıııp…
Yine başladı. Sağ kolumdan girip içimde dağıldığını hissediyorum serumun. Ara ara hafiften sızlatıyor.
Geleli iki gün oldu. Hemşire, sabahları saat altıya çeyrek kala, elinde iğneyle kan almak için karşımda. Hayatımda kendim için hastaneye gitmiş değildim. Çocukların doğumu, aşı, sağlık taraması gibi işler için yolum düşmüştü. Öyle bir yere gelmişim ki dışarı çıkmak yok, verdiklerinden başka bir şey yemek hatta su bile olsa içmek yasak. Ziyaretçi kabul edilmiyor. Herkes bir an evvel karnından bir yerin kesilip dikilmesini bekliyor. Hayat geride kaldı.
Dün sabah yan koğuştan biri ameliyata götürüldü. Arkadan bağlamalı önlük gibi bir şey giydirilmiş. İnsanlar burada mezbahadaki birer et ve kemik yığını gibi. Kefene sarılsam daha iyi olurdu gibime geldi. “İmamla hekime ayıp olmaz.” demişler. Hekimin canlıyken, imamın cansızken ellerine düşüyoruz.
Bu sabah pencere önünde beş gündür bekleyen amcanın sırası. Soyunma odası yok. Yeşil ameliyat önlüğünü arkadan bağladım. Bitince sıra bence. Yine glikoz serumu geldi.
-Tıp, tıp tıp, tıp, tıp tıp, tııp, tıııp…
Alışıyorum galiba bu hayali sese. Bir filmden mi kalmıştı yoksa su içtiğim bir çeşmeden mi?
Amcanın ameliyatı uzadı. Benim için büyük gün yarın artık. Ameliyat bekleyenler arasında siyaset, futbol, aile, hastalıklar yani bilindik muhabbetler… Yaşlar ileri olduğundan kızlar, iş, okul konuşulmuyor. Üç gündür ameliyata hazırlanıyorum.
Sabah oldu. Bölüm başhekiminin muayenesinden on dakika sonrası. İlk günkü tombul hemşire, elinde ameliyatta giyilecek yarı şeffaf önlüğü önüme koydu. Utanmak mı ağrıları çekmeye devam etmek mi? Derken beni götürecek sedyeye bindim. Üzerimde battaniye. Ameliyathane binasına geçiyoruz. Kabuğu ters çevrilmiş bir kaplumbağa gibiyim. Çırpınsam da kurtulma imkânım yok. Gözlerim yukarı bakıyor, sırt üstü gidiyorum. Ordan diğer sedyeye, en sonunda da ameliyat masasına. Başım çok ağrıdı. Aslında ameliyat masası yok. Bir nevi sedye o da. İki metrelik, iki tane yan yana tahtadan, birazcık geniş ve sünger kaplı bir sedye. Hemşireler beni rahatlatacak şeyler söylüyor. Bacaklarımı bağladılar. Sol kolumu kanal gibi bir şeye koyup bağlayarak kan yolu açtılar. Hareket edebilen tek uzvum sağ kolum. Onu da üstümdeki önlüğü ip gibi yırtıp vücuduma sıkıştırdılar. Üstümde yüzlerce irili ufaklı lamba. Belki sekiz on tane ekran. Başımın sağ yanında kalp atışını ‘tıp, tıp, tıp’ diye sayan ana ekran. Arada heyecandan olsa gerek kan dolaşımım yükseliyor. O sırada makineden ‘tıııp’ diye bir ses yükseliyor. Nefesimi tutuyorum. Rahatlamaya gayret ediyorum. Ekrandaki normal ‘tıp, tıp” sesi geri geliyor. Gizli saklı bir şeyim yok. Yarım saat kadar sonra cerrahın geldiğini söyledi hemşire. “Morfinli maskeden nefes al!” dedi. Burunla alınca pek fark etmedi. Ağzıma dolu bir nefes çektim, anında kollarım karıncalanmaya başladı. İkinci nefesten sonrasını hatırlamıyorum.
Duvardaki saatin pili bitmişti. İsmimi söylerlerken uyandım. Aynı anda büyük bir acı ve üşüme başladı. Bir hemşire, hemen saç kurutma makinesi getirip battaniye altındaki bacaklarımın arasına koydu. Titremem geçti. Yine aynı düzen. Sedyeden sedyeye geçiş. Bu sefer ayağımı yardımsız kımıldatamıyorum. Kurt ve çakal, kabuğumu kırıp dişlerini geçirmişler sanki. Acılar inletiyor. Koğuştaki yatağa gelince ilk ağrı kesici serum geldi.
-Tıp, tıp tıp, tıp, tıp tıp, tııp, tıııp…
Bu sefer acıdan damlaların sesi duyulmuyor. Birkaç saat uyumuşum. Üç gün daha geçti. Damlaların her düşüşünde aynı ses…
-Tıp, tıp tıp, tıp, tıp tıp, tııp, tıııp…
Son seferlerde ‘tıp tıp’ları duymaz oldum. Ya alıştım ya da yoruldum. Altıncı günün sabahında bölüm başhekimi taburcu etti.
-Haydi, daha ne yapıyorsun? On dakika oldu.
Musluktan damlayan suların sesleri tıp’lıyor yine.
-Tamam, geldim. Dalmışım biraz.
Ameliyat sonrasına hayaller kurmuştum. Ağaçlıklı yollarda yürüyüş yapmak, çocuklarla birlikte ailecek zaman geçirmek gibi. Hava yürüyüş yapmak için çok güzel ve temiz, en güzeli de acısız yürüyebiliyorum.
Elinize,gönlunüze sağlık hocam..
Kaleminize sağlık 🍀 Güzel bir hikayeydi.
Sagolun
Kaleminize sağlık. Güzel bir çalışma
Tesekkurler necati bey
Çok etkileyici bir hikaye okuduk. İsmi de Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”na götürüyor. . “Üçüncü Dahiliye Koğuşu” Güzel bir esinlenme. Kaleminize sağlık.
Tesekkurler
Yaşamın en zor anlarından birinin cesurca atlatıldığı bir hikaye. Tebrik ederim.
Tesekkur ederim.
Hayal dünyamızı ve hayatımızı anlamlandıran öyküler.
Emeğine sağlık.