Emin Osman Uygur

Sayram’da sonbahar rüzgârları serin serin esiyordu. Ahmet, evin avlusuna çıkmış, saçlarını savuran rüzgâra aldırış etmeden yere düşen yaprakları izliyor; bazen birini tutmaya çalışıyor, bazen de yere düşenleri alıp havada yeniden uçuruyordu.

O sırada pencereden ablasının seslenmesi üzerine elindeki sararmış yaprakla eve doğru koştu. Ev kalabalıktı. Hafif bir sesle okunan Yasin suresi, evin hüzün havasını biraz olsun dağıtıyordu. Ahmet, hasta yatan annesinin yanına geldi. Ayşe Hanım, bir ara gözlerini açtı. Yanında oğlunu görünce hafifçe tebessüm etti. Elini oğlunun başında gezdirdi, ağladı. Son nefeslerini alıp veriyordu. Kısık bir şahadet duyuldu, gözleri kapandı. Ahmet’in ablası annesine sarılarak ağladı. Ahmet bir şey anlamadı. Elindeki sararmış yaprak yere düştü. Birisi elinden tutup dışarı çıkardı.

  Aradan üç yıl geçmişti. Sayram camisinin minaresinden yükselen ezan sesi sonbahar rüzgârlarına karışıyordu. Hz. Ali’nin neslinden gelen İbrahim Efendi’nin fâni âlemdeki son günüydü. Ezan sesiyle gözlerini açan İbrahim Efendi, namazını oturduğu yerden eda etti. Namazdan sonra kızını yanına çağırdı. Odada kimse yoktu. İbrahim Efendi kızına, “Ey benim kızım! Kardeşin bu dünyaya ender gönderilen mübarek bir kişi olacaktır. Ona göz kulak ol. Benim dergâhımda, bağlı bir sofra var. Ahmet o sofrayı kendi kendine açtığı zaman onun cihan mülkünde görünme vaktinin geldiğini bilmelisin. Zamanı gelmeyince bu sırrı kimseye açma.” diye vasiyet etti. 

Ahmet, yalnız yürüdü camiye ve mezarlığa. Babasının mezarı başında ağladı, dua etti…

   Küçük yaşta yetim ve öksüz kalan Ahmet, ablasıyla birlikte Sayram’dan dedesi İlyas’ın şehri olan Yesi’ye hicret etti. O sıralarda yaşı hayli ilerlemiş olan Aslan Baba Hazretleri, Yesi’de gönülleri irşat etmekle meşguldü. Gevher Şehnaz, kardeşi Ahmet’i Aslan Baba’ya talebe olarak verdi. Ahmet, Aslan Baba’yla ilk karşılaşmasında emaneti istedi. Henüz yedi yaşındaki bir çocuğun Aslan Baba’ya böyle pervasızca hitabından oradaki büyükler rahatsız oldular. Aslan Baba müdahale etti ve Ahmet’i yanına çağırdı. Onu kucakladı, öptü. Cebinden emanet hurmayı çıkardı ve Ahmet’e, “Evladım, aç ağzını; Efendiler Efendisinden gönderilen hurma seninmiş demek. Allah sana mübarek kılsın!” dedikten sonra besmele çekip hurmayı Ahmet’in ağzına koydu.

      Ahmet, bir yıl kadar Aslan Baba’dan ders aldı. Ancak kaderin cilvesi, bir yılın sonunda Aslan Baba da Hakk’ın rahmetine kavuştu. Onun gidişi Ahmet için yeni bir seferin habercisi olacaktı. Aslan Baba ölmeden önce ona Buhara’yı, Yusuf Hemedânî Hazretlerini işaret etmişti. Ahmet, ablasına veda ettikten sonra bir kervanla İmam Buhârî hatırası Buhara’nın yolunu tuttu.

  Emanetinde Hz. Selmân-ı Fârisî Hazretlerinin sarığı ve asası olan Yusuf Hemedânî Hazretleri, Ahmet’i dergâhına kabul etti. Ahmet, geceleri yalnızlığı acı bir ilaç gibi yudumlarken tek sığınağı olan Allah’a iltica ediyor, O’nun merhametini diliyordu. Öte yandan Efendimizin de küçük yaşta annesiz ve babasız kalışını kendine misal yapıyor, teselli oluyordu. Gündüzleri kendisine verilen görevleri küçük bedenine aldırış etmeden kusursuz yerine getiriyor; kâh odun taşıyor, kâh temizlikle meşgul oluyor, kâh meraya çıkıp çobanlık yapıyordu. Yemesi ve uyuması çok azdı. Açlığı, uykusuzluğu ve kalp zikrini hayatının bir parçası hâline getirmişti.

  On altı yaşında iken rüyasında ilk peygamber Hz. Âdem’i, on sekiz yaşında ise son peygamber Efendimizi görmesi hayatının çok farklı ve güzel mecrada devamına işaret olacaktı. Hz. Âdem’in ona “Evladım!” diye hitap etmesinden çok mutlu olmuş ve bunu şiirlerine taşımıştı.

     Kendisini hizmete vakfeden Yesevî, özellikle seher vakitleri uyumuyor; okuyor, zikir ve dua ile dolu dolu yaşıyordu. Bir şiirinde doyamadığı bu anları şöyle anlatıyordu:

“Ne hoş tatlı Hû yâdı seher vakti olanda

Baldan tatlı Hû adı seher vakti olanda…

Seher vakti kalkanlar canın feda kılanlar

Aşk oduna yananlar seher vakti olanda.”

  Ahmet Yesevî, Yusuf Hemedânî Hazretlerinin sohbetinde bulunmayı ne kadar çok sevdiğini:

“Erenler cemal görür dervişler sohbetinde

Yâranlar meclisinde nur yağar sohbetinde” mısraları ile dile getiriyordu.

   Geceleri namaz kılıyor, gündüzleri ise oruç tutuyordu. Yesi Yıldızı, bir Hak âşığıydı ve kendinden yüz yıl sonra gelen Yunus Emre’yi yakıp pişiren aşkını şu mısralarla dile getiriyordu:  

“Aşkın kıldı şeydâ beni, cümle âlem bildi beni

Kaygım sensin dün ü günü, bana sen gereksin sen.  

Âlimlere kitap gerek, sofilere mescit gerek

Mecnunlara Leylâ gerek, bana sen gereksin sen. 

Cennete girem cevlan kılam, ne hurilere nazar kılam

Onu bunu ben ne kılam, bana sen gereksin sen.”

Yusuf Hemedânî’nin vefatından sonra hizmetlerin idamesi Yesi Yıldızı’na verildi. Hocasından sonra şeriat, tarikat, marifet ve hakikat vadilerinde talebe yetiştirmeye devam eden Yesevî Hazretlerinin, bir süre sonra Buhara’dan tekrar Yesi’ye dönmesi istendi. Yesi’de eğitime devam eden Yesevî Hazretlerinin dergâhı, kısa zamanda Orta Asya’nın her yerinden talebelerle doldu. Tarikatı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in fiilleri olarak gören Yesi Yıldızı, talebelerine özellikle kalb-i selime ulaşmaları adına; dünya, halk, şeytan ve nefis deryalarından geçmelerini salık veriyor ve bu konuda onlara yardımcı oluyordu.

  Ahmet Yesevî Hazretlerinin, gönül ufkunda yükselebilmek için zamanın arızalarından masuniyetin ve içinde bulunulan mekânın mamur olmasının gerekliliğini zikretmesi günümüz salih düşünce anlayışına benzerliği açısından da dikkate şayandır. 

   Her devirde olduğu gibi o zamanlarda da dar görüşlüler ve kıskanç ruhlar, Hak dostlarına laf atmaktan geri durmuyorlardı. Bu ham ruhlar, gönül insanı Yesevî Hazretlerine de iftira atmaktan çekinmediler. Kadınların uygunsuz vaziyette meclise girdiklerini, talebelerinin hırsızlık yaptıklarını söylediler. Kısa bir araştırma sonunda bunların iftira olduğu anlaşıldı. Bu arada Yesi Yıldızı’nı imtihan etmek için gelen birçok kişi tövbe ederek geri döndü.

  O zamanlar bölgede dönemin en yaygın dili Farsçaydı. Arapça, Kuran dili olarak kullanılırken Farsça, hayatın her alanında kendini hissettirmekteydi. Türkçe, henüz İslami tabirler ve manalarla tam kaynaşmamıştı. Ahmet Yesevî Hazretleri, Türkçenin de dinî anlam derinliğine kavuşması için Türkçe konuşup yazmayı tercih etmiş, böylece onun çağın anlayışına uygun bir seviyeye gelmesini sağlamıştır. Nitekim Anadolu topraklarında duru bir Türkçe ile ilahiler söyleyen Yunus Emre de Ahmet Yesevî’den etkilenip Türkçenin aslına bağlı, verimli bir nehir gibi akmasında önemli bir vazife ifa etmiştir.

Yirmi dört saatin önemli bir kısmını ibadete ayıran Ahmet Yesevî Hazretleri, gündüz talebelerine verdiği derslerden arta kalan zamanda ise tahta kaşık yaparak geçimini temin ediyordu. Hatta onun Akıllı diye bilinen bir öküzü vardı. Tahta kaşıkları öküzün üzerindeki heybeye koyar ve onu çarşıya gönderirdi. İhtiyacı olanlar kaşık alırlar, parasını da heybenin diğer kefesine koyarlardı. Eğer biri kaşık alır da parasını ödemezse öküz, parayı alıncaya kadar adamın peşini bırakmazdı. Ahmet Yesevî Hazretleri de gelen paraların çoğunu talebeleri için harcardı. O, Allah Resulü’nün kul peygamberliğini örnek alarak, Hakk’ın vuslat bağında budağı akıl, kökleri hayat, meyvesi hayır ve cömertlik, gölgesi kanaat ve kokusu şevk olan bir ağaç olarak tavsif ettiği “fakr” halinde yaşamayı tercih ediyordu.  

  Başkalarının kusurları ile meşgul olmayıp sürekli kendi nefsini kınayan Yesi Yıldızı, günahlarından dolayı Hakk’ın kapısına nasıl varacağının hesabını yapıyordu. Kendini o kadar değersiz ve günahkâr kabul ediyordu ki cenazesinin arkasından taş atılmasını, ayaklarından tutulup sürüklenerek mezara götürülmesini, Hakk’a kulluk yapmadığı için tekmelenip dövülmesini istiyordu. Bir yerde ise kendini şom ağızlıkla suçluyor ve dağların, taşların bile amelinin olmadığını yüzüne vurduğunu söylüyordu. Kendi kendine; “Eğer sen âşıksan önce Hakk’ı tanı!” diyerek sürekli nefsini hırpalıyordu.

Bu ciddi iç murakabe ile yaşayan Ahmet Yesevî, öte yandan yetiştirdiği talebelerini başka şehirlere; Çin, Hint gibi ülkelere tebliğ için gönderiyordu. Özellikle Anadolu, onun için ayrı bir önem arz ediyordu. Gelecekte Şeyh Edebali, Hacı Bayram, Yunus Emre, Mevlânâ çiçekleri açacak tohumları büyük bir tevekkülle saçıyordu Anadolu’nun bağrına. Alp erenler, kendilerinden asırlar sonra bir vefa timsali olarak memleketlerine habersizce gidiyorlardı her şeylerini arkada bırakarak ve birer “yol evladı” olarak. Mansur Ata, Abdülmelik Ata, Süleyman Hakim Ata, Muhammed Damişmend, Sarı Saltuk, Zengi Ata, Tac Ata vs. gibi önemli isimler sevgi halesi olup nur saçıyorlardı. Zaman içinde bu halelerden Kübreviyye, Mevleviyye, Bektaşiyye gibi insanları müstakim yola götüren tarikatlar doğacaktı. 

      Ahmet Yesevî Hazretleri, altmış üç yaşına geldiğinde; “Yazık, Hakk’ı bulamadım.” diyerek içindeki peygamber sevgisiyle yer altında yaşamaya karar verdi. Üç arşın (bir arşın 68 cm.) derinlikteki çilehaneyi tamamladıktan sonra talebelerini topladı ve: “Ey gönül dostları, Allah’ın en sevgili kulu olan Peygamberimiz Muhammed Mustafa Hazretleri 63 yaşında bu dünyadan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım. Artık şu gördüğünüz çilehaneye çekilecek, ömrümün kalan günlerini bu hücrede tamamlayacağım.” dedi. Talebeleri gözyaşlarını tutamıyordu. Zaten ne zaman kutlu adını ansa gözleri dolan Yesevî’nin peygamber sevgisi, gönülleri bir daha coşturmuştu. Yesi Yıldızı, ruhunu Rahman’a teslim edinceye kadar talebe yetiştirmeye bu çilehanede devam etti.

       Bu hâlini de ucu yanık bir name gibi, “Başım toprak, kendim toprak, cismim toprak; Hakk’a kavuşur muyum diye ruhum müştak.” hasret damlalarıyla hemhâl gönüllere gönderiyordu.

    Her ihlaslı mümin gibi o da akıbetinden endişe ediyor ve ölüm murakabesi yapıyordu. Kim bilir, bu ipek yolunun ipek gönüllü insanı, kaç gece sabahlara kadar bu tefekkürle gözyaşları dökmüştü. Birçok Hak dostları gibi hayal ekranı ile gözünün önünde canlandırdığı ölüm murakabesini şiirlerinde şöyle ifade ediyordu. 

“Ey dostlarım ölsem ben, bilmem ki hâlim nice olur? 

Kabre girip yatsam ben, bilmem ki hâlim nice olur? 

Götürüp lahde koysalar, arkaya bakmadan dönseler

Suallerimi soralar, bilmem ki hâlim nice olur?

Hiç gelmedi benden sevap, orda ne veririm cevap

Ger kılsalar yüz bin azap bilmem ki hâlim nice olur?” 

Yesi Yıldızı’nın dünyadaki vazifesi sona ermiş, artık âhiretteki sevdiklerine kavuşma zamanı gelmişti. Kendi gurubu, yine kendi dizelerine şöyle aksediyordu:

“Hak emrine cümle âlem halkı razı oldu

Hakikatli bendeler daim razıdır dostlar

Kul Hâce Ahmet tutisi havalanmakta uçmaya

Neylesin miskin ki o Hak hükmüdür dostlarım.”  

Kaynaklar

1. Azmun, Y. (1994). Hoca Ahmed Yesevî. Divan-ı Hikmet. İstanbul: Türk Kültürünü Araştırma ve Geliştirme Vakfı. 

2. Güzel, A. (2008). Ahmed Yesevî’nin Fakr-nâme’si Üzerine Bir İnceleme. Ankara: Öncü Yayınevi, s.75.3. Bice, H. (2011). Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî. İstanbul: İnsan Yayınları.