Yuvam… Bu kelimeyi her söylediğimde, yüreğimde bir yer sarsılır. Her harf, beni geçmişin o sıcacık anlarına götüren bir kapıya dönüşür. O kapıyı açmak zor çünkü her anı, şimdiye taşımakta zorlandığım bir ağırlığa dönüşüyor. Yuvam, dört duvardan ibaret değildi. O, nefes alan bir dünyaydı; içinde kahkahalar yankılanır, sofralar bereketlenir, gözlerden sevgi taşardı. Şimdi o dünya sessiz ama anılar hâlâ duvarların çatlaklarında nefes alıyor gibi. O çatlaklar, yuvanın eskimeyen hatıralarını, her bir köşeye sinmiş kahkahaları ve gözyaşlarını saklıyor. Her bir çatlak, geçmişe açılan bir pencere gibi içinde yaşanmışlığın sıcak nefesini taşıyor.
Bir zamanlar bir kapıyı araladığımda duyduğum ilk ses, annemin sesiydi. Sofraya çağıran, şefkatle dolu o tını… “Hadi gel, yemeğin soğuyor!” derken bile içinde bir dünya dolusu sıcaklık taşırdı. Bazen yemek değil, annenin seslenişi doyurur insanı çünkü o ses, ruhu besleyen bir şefkat yankısıdır. Sofranın başında oturan babam… Üzerinde günlerin yorgunluğu ama gözlerinde bize adanmış bir hayatın huzuru vardı. Ekmeği bölüşmenin kutsallığını ondan öğrendim. Bir lokmada sevgi taşır, bir yudumda huzur saklardı.
Ve bahçe… Bahçe dediğim yer, bir çocukluk masalından fırlamış gibiydi. Kiraz ağacının dallarına tırmanırken hissettiğim o özgürlük, gökyüzüne dokunmuş gibi. Gül kokuları, toprağın sıcaklığı ve rüzgârın dallarda dans edişi, bana huzurun ne demek olduğunu öğretirdi. Ağacın gölgesi, güneşin sıcaklığına karşı bir anne eli gibi serinletirdi beni. Toprakta kazı yaptığımda bulduğum her taş, sanki birer hazineydi. Bugün hiçbir mücevher o taşların yerini tutamaz. Bahçeyi rüzgâr sardığında yalnızca yaprakları değil hatıraları da taşırdı. Ama şimdi o bahçe sessiz. Dallarda kuşlar yerine hüzünler konmuş. Kim bilir, ağaçlar bile bizi bekliyordur belki?
Rüyalarımda hep o yuvaya dönerim. Kapıyı açarım. Aniden yükselen bir kahkaha sesiyle irkilirim. Gözlerim sofrayı arar; annem, babam ve kardeşlerim oradadır. Beni gördüklerinde yüzlerine yayılan o gülümseme, sanki yılların yükünü alır üzerimden. Sofraya otururum, babamın elinden bir lokma ekmek alırken annemin gözlerindeki huzuru hissederim. Fakat rüyalar hep kısa sürer. Rüyamda o kapıyı yeniden aralarım, annemin sesiyle uyandırır beni o sıcaklık. Babamın gözlerinde bir huzur belirir, kardeşlerimin kahkahası sofrada yankılanır. Hâlbuki rüyalar, bir el gibi tutup bırakır insanı; sıcaktan soğuğa bir adımda atlatır. Rüyanın bıraktığı iz, uyanınca bir ılık rüzgâr gibi eser içimde; ne tam kaybolur, ne de kalır. Ve her sabah, o rüyanın bittiği yerde, içimde bir dua başlar: “Keşke biraz daha kalabilseydim!”
Yuvam dediğim yer, yalnızca bir mekân değil bir hikâyeydi de. Her duvarında bir anı, her odasında bir kahkaha saklıydı. Oysa şimdi o hikâye, sessiz bir kitaba dönüşmüş gibi. Sayfaları çevrilmeyen, yalnızca kalpte yankılanan bir hikâye… Sayfaları açmaya cesaretim yok çünkü bazı hikâyeler, yazılmış ama hiç okunmamış cümleler gibi insanın içini acıtır.
Kiminin bir sofrada kalan lokmasıdır yuvası, kiminin de bir hatırada saklı sıcaklığı… Kalbimize işlenmişti sevgi, saygı… Onlar, bizim yıkılmayan mabedimizdi. Her gün yeni mekânlarda, yeni duvarların arasına sıkışsak da o ilk yuvanın sıcaklığı hep içimizde kaldı. Çünkü yuva, dört duvar değil bir sevgi mabediydi. Ve o sevgi, hiçbir güçle sökülüp atılamazdı.
Belki bir gün o eşiğe oturup eski günlerin kokusunu içime çekebilirim. Öyle olsa bile çocukluğumun o sıcak yuvasını bulabilecek miyim acaba? Kim bilir? Belki bahçedeki ağaçlar hâlâ beni bekliyordur, belki de sadece rüzgârın taşıdığı hatıralar kalmıştır.
Bir gün o kapıyı açamasam da yuvam sonuçta… Sevdiklerimin sevgisiyle dokunmuş o eşsiz dünya, hep kalbimin en kuytu köşesinde yaşayacak. Çünkü yuva, yalnızca dört duvar olmayıp içinde barındırdığı anılar, kurduğu bağlar ve yaşattığı sevgidir. Her sabah o özlemle uyanır, hatıraların sıcaklığıyla yeni bir dua ederiz. Ve her dua, yuvanın bir köşesinde saklanan huzuru yeniden bulma arzusudur. Çünkü yuva, yalnızca geçmişi değil geleceği de şekillendiren bir kök ve bir sığınaktır. Bahçesindeki ağaçlar rüzgâra yaslansa da duvarları sessiz bekleyişte olsa da yuvamın sıcaklığı hiçbir zaman içimden silinmeyecek. Belki bir gün o kapı aralanır, belki de hatıraların rüzgârı, o yuvayı kalbimde yeniden inşa eder. Çünkü yuva, insanın hem geçmişini hem de geleceğini şekillendiren bir kök, bir hayat, bir özlemdir.
“Baba ocağı”nı çok güzel anlatmışsınız. Kaleminize sağlık!
Kalemine sağlık yüreğimize dokunan bir yazı…
Bizim içine girdiğimiz bir ev vardı. Yuvamız hiç olmadı.
Yuvam!!!
Anne baba vefat edip gittiginde 4 duvar kaliyor o duvarlarda insanin ustune ustune geliyor. O 4 duvara ruh veren Anne babaymis.Malesef kıymetini yaparken bilemedigimiz en kiymetlimizmis. Okurken hem düşündüm hem agladim…
Kaleminize saglik…
Çok güzel 👍
“ Belki bir gün o eşiğe oturup eski günlerin kokusunu içime çekebilirim. Öyle olsa bile çocukluğumun o sıcak yuvasını bulabilecek miyim acaba? Kim bilir? Belki bahçedeki ağaçlar hâlâ beni bekliyordur, belki de sadece rüzgârın taşıdığı hatıralar kalmıştır.”
Yaşı ilerleyen herkesin eskiye dair her şeyi özlemesi, kiminin burnunda, kiminin gözünde, kiminin yüreğinde tüten o çocukluk anılarının izini sürsede ne kadarı bulunulabilirki? bulunsa birkaç ortak anıların adamı, yelken açılıp gidilse saf temiz duyguların olduğu o masum zaman dilimine, tadımlık hayaller gözlerde gönüllerde tekrar tüllense …
Acaba bizim çocuklarımız da “yuvayı” bizim özlediğimiz gibi yaşıyorlar mı?
Herkesin içinde kendinden bir yer bulacağı, sıcacık, içten güzel bir yazı olmuş. Yüreğinize sağlık.
Yüreğinize sağlık, harika yazı olmuş.