Çeviri: İbrahim TÜRKHAN
“İnsanın yüceliği şuradadır: Yalnızca insan, tüm canlılar arasında bir göz açıp kapama anını sonsuzluğa dönüştürebilir.” (Goethe).
“Dün ile yarının bağlantısını kurma yolunu bulamayan insan, kendini kaybeder ve zamanın kesintisiz akışını hissedemezse, evrende kaybolmaya mahkumdur.” (Çaadayev).
Zaman, her saat biraz daha hızlanıyor. Bu baş döndürücü hız, geçmiş dönemlere hiç benzemiyor. Eskiden günler, aylar ve yıllar, tıpkı sakin akan bir nehir gibi ilerliyor ve bireyin yaşamı da hiç bitmeyecekmiş gibi görünüyordu. Şimdi ise tüm bir kuşağa aitmiş gibi görünen son tarih çizgisi, giderek daha belirgin hâle gelip insanoğlunun benliğini sarsıyor. Mitolojik zaman tanrısı Kronos’un insanın iradesini ve manevi direncini benzeri görülmemiş şekilde sınadığı bir dönemdeyiz. Bizler çoğunlukla zamanın bu daralıp sıkışan kesitlerinde meydana gelen olayları sadece sathi algılayabiliyoruz.
Böyle tedirgin edici bir ortamda, çoğumuz evrensel ve kozmik seviyedeki sorunları düşünmeye fırsat bulamıyoruz. Bu yüzden de avamca düşünüyoruz ki duruşumuz şöyle: Bugün bir görüşü savunurken, yarın biraz daha süslü ya da güçlü ifade edilen bir başkasını tekrar ediyoruz. Kendi duruşumuzu hararetle savunurken bile çoğunlukla düşünmeden hareket ettiğimizin farkında değiliz. Günümüzdeki bilgi selinin etkisiyle ortaya çıkan bu eğilim, Sovyetler Birliği ile tüm sosyalist bloğun çöküşünden sonra yaşanan sosyo-ekonomik ve ruhsal dönüşümlerle daha da karmaşık ve tehlikeli bir hâl aldı. Yeni jeopolitik koşullarda, insanların mekânı algılaması ve zamanı hissetme yetisi kökten sarsıntıya uğradı.
Tam da böyle bir dönemde, insanlık tarihinin olaylarla aşırı şekilde dolduğu, dolayısıyla hızın olağanüstü arttığı bu zaman diliminde, bizlerin yani her birimizin geniş ve bütüncül düşünmeyi, en kısa sürede, en doğru kararı vermeyi öğrenmemiz; bunun için de hızlı ve derin analiz yapıp düzenli ve eleştirel düşünme becerilerimizi geliştirmemiz gerekiyor. Gönül genişliğiyle birlikte çevremizi etkilemek için dilimizi de geliştirmemiz gerekiyor. Tüm bunlara mantık, dil bilgisi ve üslup yöntemlerini öğrenerek ve yenilerini geliştirerek ulaşabiliriz. Diğer yandan bilgi edinmenin sentez düzeyine ulaşmak için sanatın yaratıcılık tecrübesine yöneldiğimiz takdirde, estetik zevki geliştirmemiz mümkündür. İşte bu sonuca, Cengiz Aytmatov’un Kıyamet romanının poetik özelliklerini incelerken vardım.
Romanın daha en başında, bir saç teline asılı gibi duran kritik anın nefesi hissedilir: “Dünya dertlerine kayıtsız kalıp, buz gibi ayazda dimdik duran dağların sessizliğini, bir helikopterin gürültüsü bozar… Tıpkı bir deprem anındaki felaketin başlaması gibi sarp yamaçlar yankılanıyor, tepeden vadiye doğru önü alınamaz bir öfkeli ses dehşet vererek yayılıyordu.”
Afet, bu yeri göğü inleten gürültüden dolayı yuvarlanan kayalıklarda değil; henüz doğmamış yavrularına kadar korkuya kapılan Akbara kurdunun içinde büyüyen kaygıdır. Doğmamış bir canlının bile gelecek hayattan korkması, Aytmatov’un daha sonra Kassandra Damgası romanında temel motif olur. Roman tam da bu metaforla başlar ve okuyucunun içinde oluşan huzursuzluk hissi son sayfalara kadar geçmez. Mihail Bahtin’in tabiriyle, tamamlanmamış anın yani zamanın ruhunun en yoğun hissedildiği noktaya odaklanmış bir olgudur bu. Meğerse Boston’un başına gelen felaketlerden biri, o vakte kadar yaşanmıştır: Onun arkadaşı Ernazar, Ala-Möngü geçidindeki uçuruma düştüğünde, şehirden çağrılan helikopter de aynı helikopterdir (Okuyucu bunu romanın üçüncü bölümüne gelince öğrenir). Henüz hiçbir şey olmamıştır ama Aytmatov, okuyucuyu çoktan yakında yaşanacak felakete koşar adım yönlendirir. Sanki metnin içinde anlatıcının sesi değil de kaderin bir uyarısı duyuluyor gibidir:
“…Kim bilir, Tanrı’nın uygun görüp kanına eklediği bu hayalin sonu, yürek yakan bir pişmanlık olur; gerçekte değil, sadece rüyasında görünür ve ulaşılmaz bir özleme dönüşür…” (s. 240). “…Eğer gökyüzünde dünyayı bütünüyle izleyen bir göz olsaydı, Moyunkum bozkırında neler olduğunu; ama o göz bile burada daha nelerin olacağını, insanların neler planladığını hissedemezdi…” (s. 252)
Bu tür olaylar gerçekleşmeden önce, okura ipucu veren yazarın önden giden yorumlarına, öngörü metaforları veya erken uyarı kısımları diyebiliriz. Bunlar romanda sıkça karşımıza çıkar ve bazı bölümlerin sonunda, doğa tasvirlerinde birer alt yazı gibi beliriverirler. Bazen olacak şeyler, karakterlerin kendi ağzından farkında olmadan çıkar. Örneğin, küçük Kenceş’e alkolik Bazarbay’ın: “…Boston’un yavrusu sen misin? Seni mağaraya götürüp bırakırım, kurtlarla birlikte büyürsün…” demesi (Bu söz, daha sonra Akbara’nın çocuğu kaçırıp, onu kurtarmak mümkün olmayıp, Boston’un onu vurup öldürdüğünde gerçekleşir.).
Okuyucuda tedirginlik oluşturan bu his, bazen doğrudan uyarılar olmadan da anlatımın genel atmosferinden hissedilir. Sakin, huzurlu bir anın tasvirinde bile bir kriz olmuşçasına, bu an çok çabuk geçecektir!
Mutlu, huzurlu yaşam akışı içinde
Gökyüzünü yırtıp geçmemezlik etmez
Saklanmış gibi duran yazgının şimşeği…
Kahraman (ve onunla birlikte hadisenin kalbi sıkıştıran ilerlemesine katılan okuyucu da), yazgının çizgisine gittikçe yaklaşır. Hafızası ise onu zamanında yaşanmış bir trajediye geri götürür. Tam da böyle bir anda Avdiy, Orta Asya’ya uyuşturucu kaçakçılarıyla birlikte yola çıktığında, Yedinin Biri adlı bir Gürcü baladını hatırlar. Daha sonra ağır şekilde dövülüp trenden atıldığında, “yeniden… hayata dönerek yaşamının anlamını taşıyan şeyleri” hatırlarken (s. 432), İsa Peygamber’in çarmıha gerilmek için götürüldüğü zamana; o aya, güne, saate gitmeye, Kurtarıcı’yı kurtarmaya, Oka nehrine kaçırma arzusuna kapılıyordu ya…
Aytmatov’un romanındaki karmaşa, iç içe geçmişlik ve çelişkilerin gelişme seyri yalnızca Dünya’da değil; bütün kozmos ile evrende olan, olmakta olan ve olabilecek tüm önemli olayların her birimizle doğrudan ilişkili olduğunu hatırlatır gibidir.
Yazarın, bu anlayışı oldukça beklenmedik bir yolla kullanarak son derece etkileyici bir metafora dönüştürmesini; roman yayımlandıktan yarım yıl sonra, 1987 yılının Şubat ayında, SSCB’nin Büyük Tiyatrosu’nda düzenlenen, Rus şairi A.S. Puşkin’i anma gecesinde okuduğu denemesinde daha net anlıyoruz:
“Daima olduğu gibi, bu tek ayda Kara-Say’ın (Kara Nehir) beyaz karı yine kızıl kana bulanır… Yazgısında var olan kurşunun sesi diner; kargalar uçar ve çıplak ağaç dallarına yeniden konar… İnleyerek ölüm döşeğinde yatan şairin canını, sanki hıçkırarak yeniden yerden kaldırıyor gibiyiz… Çok acele ettik, yeniden ata binip kamçıladık, onu korumanın yollarını araştırdık… Ne var ki çan çoktan çaldı… Bu anlatı bugün de bir şair hakkındadır…
Bizimle Puşkin’in arasındaki bir buçuk asır, aslında az bir zaman değildir. Eğer ondan daha önce Puşkin’in saygı duyduğu Homeros, Dante, Shakespeare, Goethe gibi Avrupalı büyük üstatların yaşadığını ve hatta zaman yönüyle Puşkin’e daha yakın olan romantik Byron’un ortaya çıktığını göz önünde bulundurursak; bu isimlerin sıralanışıyla yüzyılları aşarak ve büyük toplumsal dönüşümlerden geçerek bize ulaşan Puşkin’in yürüdüğü tüm izler, ruhsal mayasının tüm derinliğiyle izlenebilir hâle gelir. Bir yönüyle dünya altüst olup toplumun temel direkleri çökerken, ideolojiler ve öğretiler birbirini çürütmeye çalışırken; insanın bizzat kendisinin yarattığı akıl almaz keşiflerden korkuya kapıldığı, bilinç ışığının yeryüzünde kalıp kalmayacağı ya da Güneş’in doğup batmasının anlamını yitirip evrenin sonsuz karanlığa mı gömüleceği gibi daha önce hiç karşılaşılmamış felaketvari soruların içinde debelendiği bir zamanda,‘ O eski çağlardan geriye ne kaldı?’ diye sormamak elde değil… ”
(Çeviri: Abibilla Pazılov. Alıntıdaki ikinci, üçüncü ve son cümleler orijinal Rusçasıyla karşılaştırılarak yeniden düzenlenmiştir. C. Turdubayev)
Cengiz Aytmatov, okuyucunun sıradan kalabalığın bir üyesiyim demesi yerine kendisi, sevdikleri, halkı ve tüm insanlık için; dün olmuş, bugün olmakta olan ve gelecekte olacak tüm olaylardan tam anlamıyla sorumlu bir birey olduğunu hissetmesini ister. Yazar, zamanı sonsuzluk olarak değil, romanın ana fikrini kavrama anına, tekil bir ana indirip birleştirmeye çalışmıştır.
Bu bağlamda eserde özellikle vurgulanan tarihsel senkronizm, “insanın zihinsel olarak aralarında yüzlerce hatta binlerce yıl bulunan farklı zamanlarda yaşayabilmesi” (s. 432), Aytmatov’un evrensel düşünceyi yayma konusunda ne kadar güçlü bir anlatıcı olduğunu gösterir. Bu, onun mitolojik roman tarzında deha düzeyinde kullandığı kompozisyon ve metafor gibi sanatsal yöntemlerin bir sistemi değil; aynı zamanda, çoğu kez ilkel düşüncenin kalıntısı olarak göz ardı edilen, tarihsel felaketler ve özellikle Soğuk Savaş Dönemi’nin ruhsal deformasyonları yüzünden bastırılmış olan, insanın kadim bir niteliğidir. Çünkü insan aklının yüzlerce yıl öncesinden beri sahip olduğu bu temel özelliğe, sonradan ortaya çıkan dünya dinleri de dayanmıştır. Örneğin, Fransız şarkiyatçı Arap uzmanı Louis Massignon’un gözlemlediği gibi; “İslam’da zaman, doğrusal şekilde uzayan bir büyüklük değil; tek gerçeklik olarak, anların yan yana konulmasıyla (constellation) bir arada yaşandığı özel bir kavrayıştır.” (1958, s. 108).
Bu olguya Dostoyevski’nin sanatsal düşüncesindeki sentez anlayışını inceleyen V. V. Borisova da “Kutsal Kitap’ta da tarihin dinamizmi yerini statikliğe bırakır ve olmuş olay ile olacak olay arasındaki fark neredeyse silinir.” diyerek dikkat çeker. Roger Garaudy ise çok isabetli bir şekilde şunu belirtir: “Mit, tarihten kaçış sanatı değildir; tam tersine, tarihteki gerçekten hareketle, insanın yaratıcı eyleminin hatırlatılmasıdır.”
Aytmatov’un romanındaki tarihsel senkronizm; Kur’an’daki anların yan yanalığı; İncil’de dinamizmin yerini alan statiklik… Tüm bunlar insanlığın ruhsal hayatından silinmiş, ulaşılabilir alanın dışına itilmiş ve yalnızca akademik felsefi düşüncenin konusu hâline gelmiştir. Yazarlar ve araştırmacılar, farklı açılardan gözlemleseler de sonsuz derinliğe sahip, her zaman yeniden kavranabilen, ifade biçimi ve ölçeği değişen bir gerçeklik bu olgunun tek kaynağıdır. J. Massignon’un, İslam’daki zaman anlayışı üzerine tezine dayanan V. Borisova’nın elde ettiği sonuç, Fransız etnolog Claude Lévi-Strauss’un senkronik kuramına yakındır.
Lévi-Strauss, tarih biliminin öznel olduğunu, çünkü bireysel bilinçle ve araştırmacının yaşadığı toplumla çok yakından bağlantılı olduğunu, olayların izini süren yüzeysel bir yaklaşımla sınırlı kaldığını ve bu nedenle çokça dile getirilen tarihsel süreklilik kavramının anlamını tümden kaybettiğini savunur. Ona göre, “Tarihsel, zamansal, diyakronik (olaylara dayalı) anlatıma karşılık, senkronik, yapısal bilimsel anlatım… bazı üstünlüklere sahiptir.”
Ancak Lévi-Strauss’un tarihe bu şekilde yaklaşmasına, Jean-Paul Sartre sert bir şekilde karşı çıkar ve şöyle der: “İnsan, öncelikle donuk yapıların üstesinden gelerek kendini gösterir; işte tam da bu yönü ortaya koymak açısından yapısal-etnolojik yöntem yetersiz kalır.”
Yeniden Aytmatov’un romanına dönecek olursak: Bu eserdeki tek gerçek an, geçmişi de geleceği de tümüyle kapsar. İnsan ruhunun huzursuz, arayış dolu, bir yandan bulanık bir yandan net, inanç ile şüphenin sonsuz birlikteliğini yadsımayan yapısını ve bitmek bilmeyen arayışını simgeleyen canlı sözün güçlü dalgaları; hem geçmişe hem de geleceğe doğru yayılır.
(21 Kasım 2018)
Kaynaklar
Massignon, L. (1958). Time in Islamic Thought in: Man and Time, (ed. Joseph Campbell), London, 1958, s. 108).
*Gazeteci, yazar.