Muavinin, “Adana, Konya, Afyon, İzmir yolcusu kalmasın!” son nidasıyla perondan kalkış yaptı otobüs. Sekiz numaralı koltuğun sakini Zehra Hemşire’de sevinç ve tedirginlik arası bir hâl vardı. Belki de ilk defa yolculuğun sonunda tam olarak ne ile karşılaşacağını kestiremeden başlıyordu memleket yolculuğuna.

Otogar klasiği olan vedalaşma el sallamaları, kavuşma kucaklaşmaları, ayrılık gözyaşları, değnekçi çekiştirmeleri ve muavin naraları geride kalmıştı.

Kâh her şeyin hayal ettiği gibi olacağını düşünüp hüsnükuruntularla içi kıpır kıpır oluyor kâh ailesinden alacağı olumsuz bir cevapla neye uğrayacağını şaşıran bir hâl alıyordu Zehra’nın siması. Gözleri, şehirden uzaklaşmış olan otobüsün camından seyrettiği manzaraya bakıyordu ama aklı, hayal âlemindeki başka manzarayla meşguldü.

Mevsim ilkbahardı. Tabiat tüm cömertliğiyle kuru toprağa hayat vermişti. Karacadağ’ın bazalt taşlarının aralarından uzayan yemyeşil otlar ve rengârenk çiçekler, hafif esen rüzgârın etkisiyle dans ediyorlardı. Diyarbakır’dan Siverek’e doğru yakınlaştıkça, yol kenarındaki tarlalarda yeşille iç içe, uçsuz bucaksız gelincik çiçekleri açmıştı. Özel araçlarıyla yolculuk yapanlar, tehlikeye aldırmadan araçlarını yol kenarına bırakıp tarlaların içine girip fotoğraf çekiyorlardı. Kimi minik prensesler gelinciklerden taç yapıp saçlarına takıyor kimisi de deste deste gelincik toplayıp sevinçle aracına dönüyordu.

Zehra Hemşire, seyrine daldığı harikulade manzaraya kayıtsız kalamadı. Çekinmeseydi otobüsü durdurup gelincik tarlasına atıverecekti kendini. “Ama söz!” dedi kendi kendine ve şöyle mırıldandı: “Düğünüm bu mevsime yetişmese de bir gün mutlaka Ahmet’le birlikte gelinlik ve damatlığımızı giyip bu gelinciklerin ortasında fotoğraf çektireceğim.” Uzun sayılacak bir süre, şakağını cama dayayıp gelinlik ile gelincik tarlasında olduğunu hayal etti.

Gelincik tarlalarıyla çevrili Siverek, Şanlı ve Gazi şehirler de geride kalmıştı. Otobüs, Nur Dağı’nın tünellerini de aşıp Çukurova düzlüğünde Adana’ya selam çakıyordu. Akşamüstü kızıllığı gözleri kamaştıracak tonda camdan içeri sızarken Zehra Hemşire, telefonda annesine bahsettiklerini babasına ve erkek kardeşine nasıl anlatacağının hesabını yapıyordu. Bu düşüncelerle gece karanlığında ilerleyen otobüsle birlikte yarına yol alıyordu genç hemşire.

Otobüs, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Afyon Otogarı’na giriş yaptı. Diyarbakır ile Afyon’un nisanı farklıydı. Diyarbakır’da sıcaklar hissedilmeye başlanmışken Afyon hâlâ kıştan kalma günler geçiriyordu. İnce üst başla Diyarbakır’dan çıkan Zehra Hemşire, eve gidene kadar bavulundan üzerine bir üst almak zorunda kaldı. Sadece nisan değildi iki şehir arasındaki fark, lisan da farklıydı biraz. Taksi çağıran Zehra Hemşire’nin, Diyarbakır’dan alışık olduğu “Nereye gidisen abla?” yerine “Nerey gidon hanım gız?” ifadesiyle karşılaşması Afyon’a indiğinin kanıtı gibiydi.

Babası yaşlarında olan taksici, Zehra Hemşire’yi baba evine bıraktığında ailesi, kahvaltıya oturmak için onu bekliyordu. Sofranın sultanı Afyon katmeri ailenin sultanı Zehra için taze yapılmıştı. Hasret giderilir giderilmez hemen sofraya geçildi. Her zaman olduğu gibi baba baş köşeye, anne çaydanlığın yanına, iki kardeş karşı karşıya…

Afiyetle ve muhabbetle kahvaltının sonuna gelinmişti artık. Baba ve erkek kardeş işe, anne ile Zehra ise mutfağa geçtiler. Zehra, kısa bir mutfak muhabbetinin ardından yol yorgunluğunu gidermek için yatak odasına geçip uyudu.

Öğleden sonra Zehra’nın annesi kekle çay hazırlamıştı biricik kızına. Birlikte çaylarını yudumlayan anne ve kız, muhabbetin de belini kırıyorlardı. Çok geçmemişti ki annesi, “Hele bir daha anlatıver kızım, geçen gün yola çıkmadan evvel telefonda anlattıklarını.” dedi.

Zehra, zaten bu konunun açılmasını sabırsızlıkla bekliyordu. Söze şöyle başladı: “Anneciğim, çalıştığım yerden bir aile beni istiyor. Niyetleri ciddi. Ben aslında bu konuyu anlatmak için geldim. Hem bizi, ailemizi de tanıyan bir aile. 

Annesi, “Kızım, oralarda kim bizi tanıyacak? Ne diyorsun sen?” diye karşılık verdi endişeyle. 

Zehra, annesinin endişesini gidermek için “Anne! Bundan beş yıl önce evimiz Sultandağı’ndayken mevsimlik işçi olarak kirazlarımızı toplamaya gelenler vardı ya, işte o ailelerden biri. Oğulları Ahmet’i tanıyorsun. İşte Ahmet’le evlenmek için sizden izin istemeye geldim.” diye açıkladı nezaketle ve şöyle devam etti: “Ahmet de üniversiteyi bitirdi, iki yıldır hastanemizde ambulans ve acil bakım teknikeri olarak çalışıyor. Biz kendi aramızda anlaştık. Rızanızı almaya geldik.

Annesi, kızını dinledikten sonra; “Canım kızım, ben o çocuğu hatırlıyorum, akıllı uslu bir çocuktu. Maşallah, anlattığına göre iş güç sahibi de olmuş. Babanı biliyorsun… O kadar uzağa gitmene bile razı değilken oradan biriyle evlenmene ne diyeceğini tahmin ediyorsundur. Hem Ahmet’in kardeşinle yaşadığı tatsız bir olay da vardı hatırlıyorsan. Benden taraf sorun yok ama son sözü baban söyleyecek. Akşam gelince üslubunca anlatırım.” diyerek kaygısını dile getirdi. 

Zehra, soğuyan çayını tek yudumda kafasına dikip arka odaya geçti. Annesi de tepsisini alıp akşam yemeğini pişirmek üzere mutfağa gitti. Kanepede uzanıp akşam olacakları düşünmeye başlayan Zehra’nın bütün hüsnükuruntuları yok olmuştu. Ara sıra umut ışıklarıyla parlayan mutluluk şehri karanlığa gömülmüştü. Babasının gelişiyle olabilecek bütün ihtimaller tek tek film şeridi gibi gözünün önünde canlanıyordu. Babasının sinirli ve fevri olması Zehra’yı normalinden fazla ürkütüyordu.

Birkaç saati bu şekilde geçiren Zehra, başını avuçlarının arasından kaldırıp odadan çıktı. Elini yüzünü yıkadıktan sonra mutfağa, annesinin yanına gitti. Bu arada babası ve kardeşi de gelmişlerdi. Az önce hayal ettiği fırtınanın kendisini yakalaması, annesinin konuyu açmasıyla başlayacaktı. Bundan emin gibiydi. Ama şimdilik bir sessizlik vardı. Annesi bile sessizdi. Belli ki o da ne yapacağını, nasıl söyleyeceğini kestiremiyordu. Kocasının esip gürleyeceği tahminin ötesindeydi onun için.

Ticaretle uğraşan akrabalarından biri, kısa süre önce Zehra için ailenin ağzını yoklamıştı. Baba ve erkek kardeş bu işe razı görünüyorlardı fakat anne kızına danışmadan renk vermemişti.

Annenin düştüğü durum da pek kolay görünmüyordu. Kocası, akrabalarının Zehra’yı istediklerini kendisine söylemesini beklerken Zehra da Ahmet’in ailesinin gelip kendisini isteyeceğini babasına söylemesini bekliyordu. Anne olmanın dayanılmaz ağırlığı vardı üzerinde. Nasıl dese, hangi üslupla söylese? Mıy mıy mı yapsa, yoksa kitabın ortasından mı konuşsa bilemiyordu. Hem kocasını hem kızını aynı anda mutlu etmenin imkânı yoktu. Her durumda babanın parlayacağı, kızının ağlayacağı kesin görünüyordu. Fırtına öncesi sessizliğin dağılmasına ramak vardı.

Zehra, telefonunu almak için yatak odasına geçti. Telefonun kilidini açtığında hem cevapsız aramalar vardı hem de iş yerinin WhatsApp grubuna çok sayıda mesaj düşmüştü. İlk önce mesajlara bakıp telaşla okudu: “Arkadaşlar, ambulansımız kazaya giderken kaza yapmış. Nazlı ile Ahmet ağır yaralı. AB Rh + kan lazım. Kanı uyan arkadaşlar, lütfen hemen kan bankasına gidip kan versinler, çok acil!”

“Allah’ım! Ne olur benim Ahmet’im olmasın.” diye sayıklaya sayıklaya zamanla yarışarak mesajları okumaya devam ediyordu. Kendi Ahmet’inden başka ihtimal olmamasına rağmen, küçücük de olsa bir umut taşıyordu. Eli, ayağı, dili birbirine karışmıştı. Avuçları terlemişti, kalbi küt küt atıyordu. Bir an cevapsız arama kayıtlarına gitti parmağı. Arayan Fatma’ydı. Geri aradı ama Fatma açmadı. Fatma açmayınca çok daha fazla telaş yaptı. Ahmet’i arayamıyordu. Ya açmazsa korkusu… Büyük ihtimalle oydu ama “Ya kesinse!…” korkusu aratmıyordu.

Gruba bir mesaj daha düştü: “Arkadaşlar, maalesef Ahmet Güzel ile Nazlı Akkaya arkadaşlarımızı kurtaramadık. Başımız sağ olsun!”

Telefon, Zehra’nın elinden düştü. İki eli, iki şakağına gitti. Saçlarından tuttuğu gibi bir çığlık kopardı: “Hayıııııır… Hayır… Hayır, sen olamazsın! Daha sana güzel haberler verecektim Ahmeeeet!”

Az sonra Ahmet ile evleneceğini söyleyince başına kopacak fırtınanın yerine, Ahmet’in ölüm haberi daha büyük fırtına kopardı. Fırtına öncesi sessizlik, fırtına öncesi çığlığa dönüştü.

Şaşkınlıkla kendisine bakan babasına ve kardeşine sadece, “İş arkadaşlarım kaza yapmış, ikisi de ölmüş.” diyebildi. Annesi ne olduğunu biliyordu ama gerçeği kocasına söylemedi. Biricik kızının koluna girip kanepeye oturttu. Sarılıp öylece dakikalarca ağlaştılar.

Sabahın ilk ışıklarıyla Afyon Otogarı’na gitmek için hazırlandı. Evden ayrılırken annesinin kulağına eğildi ve “Anne, senden başka kimse bilmesin olur mu?” diye fısıldadı. Başına gelen acı gerçeği geride, sadece annesinin yüreğine bırakıp yola koyuldu.

Diyarbakır Otogarı’ndan bir umut kırıntısıyla memleketi Afyon’a gelen Zehra Hemşire, Afyon Otogarı’ndan gözyaşı, hüzün ve bitkin bir bedenle ayrılıyordu. Artık camdan manzarayı seyrederken mutluluğun hayalini de kuramıyordu. Ahmet’iyle mutluluk fotoğrafı hayalini kurduğu gelincik tarlasının önünden geçerken hıçkıra hıçkıra ağlamaktan kendini alamadı.

Ve Diyarbakır…

Diyarbakır… Zehra’nın son üç yıldır çok mutlu olduğu ışıl ışıl şehir.

Diyarbakır… Zehra’nın bugün karanlığa gömüldüğü şehir…