Mine BULUT

 “Yazmak; aynı zamanda susmak, söylememek, sesini kesmek demektir. 

Gürültüsüz haykırmaktır.”

Marguerite Duras

Sandalyeye çekingen bir tavırla oturup atmaya kıyabileceğim eski defterimi yavaşça masaya koydum. Dargın kalemimi yazmak için değil de  evirip çevirmek için elime almışım gibi oynatmaya başladım. 

Tavanla duvarın birleştiği noktalarda, kıyı köşelerde gözlerimi gezdirdim. Farkında olmadığım bir çok ayrıntıyı görmeye başladım. Çok önce müdahale etmiş olmam gereken karınca topluluğunu mesela. Bu kıyı köşe onlar için büyük bir dünyaydı. Odam dediğim bu dört duvarda benim kadar onların da hakkı vardı. Belki de benden daha mutlu, daha doğru yaşıyorlardı bu evde. Hatta şikayet ediyor bile olabilirlerdi. Çok gürültücü biri olabilirdim onlar için.

Beynimde uzayıp giden alakasız bir örgü hızla büyüyordu ve onu asıl onun asıl üzerinde çalışması gereken gereken noktaya çekemiyordum. Odaklanmak için gözlerimi kapattım. Karanlık helezonlar yine karanlığın içinde dönüyor, arada bir yıldızlar görünüp kayboluyordu. Düşüncelerimin kalemimi takip ettiği zamanlarımı hatırlamaya çalıştım.  Her bunaldığımda defterimi açar yanlış doğru, eksik fazla demeden yazardım. Ama başımda dönmeye başlayan, beni toz duman eden sorunlarım, tüm reflekslerimi almış ve zamanla yazma tutkumu da acımasızca sökmüştü içimden. Kurduğum tüm düzen çöküp dağılırken kalemim susmuştu. Nihayetinde onu metruk bir eve dönen ruhumun içine mühürlemiştim. 

Kendime kızar gibi kaşlarımı çattım ve açtım gözlerimi. İçimden “Hadi ama artık!” dedim. “Eğer yazmaya yeniden başlarsan belki geçmişin uçup gitmesine engel olabilir ve kaybolmuşluktan kurtulabilirsin.”

Kalemimi ani bir hareketle durdurdum. Defterime eğildim ve o noktada kendimi dinledim. Bir anda beynimin içi sustu. Odada kalbim ve karıncalar dışında hareket eden hiç bir şey yoktu. Bir fotoğraf gibiydim. Sonra “Her vaktin bir kokusu, her kokunun bir vakti vardır. Kokulardır bizi bir anda geçmişe götüren ve gelecektir bizi aradığımız kokulara taşıyacak olan.” yazıverdim. 

Durdum. Eğik gövdemi dikleştirdim. Sola yatmış başımı doğrulttum. Şaşkınlıkla umut arasında bir şeydi bu basit cümlenin yıllar sonra bana hissettirdiği.  Eskiden olduğu gibi içimi, yazmanın ama ne olursa olsun yazmanın tarifsiz huzuru kapladı yine. “Özlemiştim bu hissi ve kokusunu da beraberinde getirmişti. En büyük zevklerimden biriydi kahve kokusuyla yazmak. Kalemle onun arasında henüz kanıtlanmamış metafizik bir bağ vardı ya da ben öyle olsun istiyordum.”

Kahvemi alıp masama döndüğümde kendimden daha emindim. Kelimeler havada uçuşan tozlar gibiydi ve onları yakalamak için acele etmem gerekiyordu. Yüzümde hafif bir telaş ve gizli bir  tebessüm vardı. 

“Hayattaki dönüm noktam.” diye mırıldandım. Evet, yazmak için umutsuzca masaya oturduğum konu buydu. Ama ben kör düğüm olmuş çözümsüz bir hayatın merkezinde hissediyordum kendimi. İşte tam bu noktada “dönüm soru işaretlerimi, dönüm ünlemlerimi” yazabilirdim uzun uzun.

Zamanın hiç durmadan ilerlediği bir evrende, yolum yok diyemezdim. Bana sunulan sağ yanı uçurum bu yolda, arada bir beni boşluğa itip hemen geri çeken kötü bir arkadaş şakasının yaşattığı gerginlik hissiyle adımlarımı atıyordum. Düşmeden ama düşmenin büyük korkusuyla…

Gelecek ise önümde üzerinde uzun yol resmi olan bir sahne dekoruydu. Sanki hayat bana “Bu yapay yolda adımlarını at ama sakın ilerleme.” diyordu  ve ben terbiye edilmiş gibi yerimde sayıyor, o dekoru yıkmıyordum. 

Geçmişte ise bıraktığım bir bahar vardı. Vanilya kokan evi, saksıda çiçekleriyle… Aklıma esip gitmelerim, dönüp derin bir oh çekmelerimle… İçine doğan güneşi ve her akşam çalan kapısıyla… Öylece solmuştu bu bahar.

Geçmişi kolundan tutup bir hamleyle geleceğe fırlatmak, sonra da peşinden koşup onu yakalamak istiyordum. Olmuyordu. 

Bunları düşünürken gözüm biraz önce yazdığım cümleye kaydı. “Her vaktin” yazıp, sadece geçmiş ve gelecekten bahsetmiştim. Peki, ya bugün?  Neden bu günümün bir kokusu yoktu? Neden mücadele edip üretmeye değer bulmuyordum bugünümü? Eğer kendimi tutup kaldırmazsam, kimse bana yardım edemezdi. Bunu çok acı bir şekilde tecrübe etmiştim aslında. İçimdeki bitkisel hayata şifa kaynakları bulmam gerektiğini biliyor ama harekete geçemiyordum. Oysa  hayat bana ters köşe yaparak “Beni çözebilirsin.” diyor olamaz mıydı? 

Yanlış olan, ters giden hayatım değil, düşüncelerimdi.  Sınırlarımı zorlayarak etrafıma çizdiğim kendimce güvenli hattın dışına çıkmalıydım. Beni hayallerimin ötesine bu çıkış taşıyabilirdi. Denemeden bilemez, cesaret etmeden de deneyemezdim. 

Yıllar sonra yazdığım basit  bir cümle, anahtara dönüşmüştü. Geçmiş ve gelecekte takılıp kalmış olan beni , asıl olmam gereken noktaya çekmişti. O anda evi vanilya ve saksıdaki çiçeklerimin kokusu sarmalıydı. Ama öyle olmadı. Çünkü bugünün mücadelesi ve kokusu başkaydı.

“İşte, hayatımın dönüm noktası diyebileceğim bu yazıyı tamamlarken cesaret ve kararlılıkla önümdeki dekoru yıkıp, geleceğe değil mutfağa doğru adım attım. Çünkü soğuk kış günlerinde evler zencefilli ıhlamur kokardı.”