Sarı sokak lambalarının gölgelediği yalnız evler.

Gidersem, ardımdan bir şehrin yıkılmayacağını ve “Dur, gitme, kal!” diyen olmayacağını da biliyordum. Bazıları mutlu olsunlar istedim ve başımı alıp gittim.

Bir dostum bana, “Geçtiğin yerlere vefasızlık olmasın diye arkana bakmayı ihmal etme.” demişti. Geçtiğim yollara dönüp baktığımda, ne sallanan bir el ne de bir çift göz vardı. Yalnızlığın soğuk kolları sarmıştı bedenimi. İnsanlar arasında kaybolup gitmek, bilinmediğim bir yerde isimsiz yaşamak.  

Bir sahilde, basanın seni hiç düşünmeyeceği, üzerine basılan bir kum tanesi gibi olmak. Hayat da böyle değil miydi zaten, gelip bir ağacın gölgesinde dinlenen yolcu gibi? Birazdan kalkıp gidecektim, ne o ağacın gölgesine aldanacak ne de o ağacı bir daha rahatsız edecektim.

Sokak satıcıları vardır; sırtında yeşillik satan kadınlar, takas usulü ile satış yaparlar. Onlar, sattıklarıyla aldıklarını yine sırtında taşırlar; biri eksilirken diğeri artar. Ben de hayata verdiklerimle hayattan aldıklarımı hep bu küçük omuzlarımda taşıdım. Eve dönerken yorgun ama mutluydum. Biliyordum ki kendime yük olursam hiçbir şeyi taşıyamazdım.

İçimde bir liman, hiçbir gemisi uğramayan; gözlerim deniz feneri, gece gündüz yanan ve etrafı kollayan…

İçimden her geçen hayalin ardından bakakalmak; ömrümden, senden ve de benden.

Ağlayacağım kadar gözyaşlarım, gülebileceğim kadar sevinçlerim var bu hayatta. Son nefese kadar onları kullanmak istiyorum, eğer bunları yaşayabileceğim bir hayatım olursa.

Ne içime sığabildim ne dışarıya! İçim bomboştu, o yüzden kimseye yetemedim.

Yüzlerine bakınca cenneti gördüğüm çocuklarım oldu. Baba oldum ama asla yaslanılacak bir çınar olamadım. Dallarımı, kollarımı, oğullarımı, kızlarımı ve de yârimi hep hayalleriyle sevdim. Herkesin benden bir alacağı vardı; kimisi benden mutluluk istedi kimisi de kendimi…

Yaşadığın birçok şeyin hayallerinde olmasını ve orada kalmasını ümit ettiğin oldu mu? Bilmem belki de olmuştur. Çünkü yaşadıklarının izleri bedeninde, gerisi ruhunda kalır ve seni hiçbir zaman bırakmaz, istesen de kurtulmazsın.

Hani küçük bir balığın oltaya takılması meselesi vardır ya, çırpındıkça olta onu iyice kavrar. Artık senin sudan ayrılma vaktin gelmiştir. Senden sonra diğer balıklar, senin için; “Çok hırslıydı, o yüzden sonu hüsran oldu.” derler. Sen bilemezsin ki suyun içinde böyle bir tuzak kurulacağını çünkü sen küçük bir balıksın. Seni oltadan kurtaracak şey maalesef senin çaban değildir. Kaderin artık oltayı yani tuzağı hazırlayanın ellerinde. Önce oltadan kurtulmayı düşünürsün. Bir şekilde oltadan çıkarsın, ya denize ya da kovaya. Balıkçı, seni tekrar denizine bırakırsa belki biraz yaşarsın ama oltanın izleri kalır hayatında. Belki de kovaya girmek zorunda kalırsın ve akşama ne oltanın izleri kalır ne de…

Hayat işte, herkesin yaşadığı bir süreç. Bir yerleri özlersin, belki  de özlenirsin. Hasret, müebbet hapis gibi gün geçtikçe ağırlaşır.

Hep baharların bestesini yapmak, güzel günlerin ümidini taşımak; “Bir gün o günlerde gelecek!” diyerek bugünleri yaşayamamak. “Belli olmaz, belki de olur.” diyerek fal tuttum, olmayan yanlarıma tutundum.

Üzüntülerimizle birlikte çoğalıyor, sevinçlerimizde azalıyoruz. Hiç kimsenin vakti yok birbirini sormaya ama bir ayrılan olursa aramızdan, herkes son vazifesini yapmak için toplanıyor. Keşke ansızın çıksaydınız karşıma; “Ben geldim, nasılsın?” deseydiniz belki daha iyi olurdum, belki de daha iyi ölürdüm.

Sevdiğin birisi ölür ya, sen de ölürsün o zaman ama mezarın yoktur. Sana ait olmayan, kirada oturduğun bir evden ayrılırken hiç üzüldün mü? Ya o şehirden ve en sonunda…

İçinden nehirler geçen şehirler gördüm ve içim serinledi. 

Yüzlerine baharların uğramadığı insanları tanıdım. Onlar için küçük bir tebessümün ne kadar değerli olduğunu gördüm. Onlardan vefayı öğrendim ve şu sözü alnımın yazısı eyledim: “Vefada yoksan, vefatınla yoksun.”

Ruhumun sokaklarında kayboldum ve kendimi aradım yine o sokaklarda. Bir bilgenin sözü kulaklarımda yankılandı: “Kendini arayan, hiçbir yerde kaybolmaz.”  Ben hâlâ arıyorum.

Hatıraların rüzgârlarda savrulur, savrulanın sen olduğunu kimse fark etmez. Her şey, aslında hep yarım kalmış şarkılar gibi, tadı damağında kalmış bir kahve gibi. Sanki dünyaya yarım kalan yanını tamamlamaya gelmişsin de…