Siz hiç ayaklı davetiye oldunuz mu? Olmasanız da 80’li yıllarla yolunuz kesiştiyse bir gün mutlaka benim gibi kanlı canlı ayaklı davetiye kapınızı çalmıştır. Efendim nasıl olur anlatayım, bilenlere de nostaljinin kapılarını aralayayım:

Düğünler, davetler, sünnetler için şimdiki gibi süslü davetiyeler yoktu. Olsa da uzaktakilere gönderilirdi. Yakındakilere nasıl mı duyurulacak? Tabii ki benim gibi işi gücü sokakta oynamak olan, mahalleyi karış karış bilen el ulağıyla. Bildiğiniz davetiye cümlelerini istisnasız her kapıyı çalıp tekrarlayarak komşuları düğünlere, mevlitlere davet etmek benim işimdi. Şöyle ki:

– Cumartesi akşamı saat 8.00’de bizim evin yanındaki çimenlikte abim Sefer’in düğünü olacak, buyrun gelin.

İşim bununla bitmiyordu, devamı şöyle gelirdi:

-Aaa sen bizim Ayşe’nin kızısın değil mi?

-Evet.

-Yahu abin ne zaman büyüdü de evleniyor? Şuralarda koşturur dururdu. Zaman ne çabuk geçiyor, dünkü çocuklar büyüyüp yuvadan uçuyor. Sen Ayşe’nin büyük kızı mıydın?

-Hayır, küçük kızıyım.

-Maşallah, maşallah! Bir daha söyle bakayım evladım, düğün nerdeydi, kaçtaydı?

……

Davetiyeler bir kez basılır ve dağıtılırdı ama ben her kapıda en az iki kere söylemek suretiyle  çifte baskı yaparak ayaklı davetiye olmanın hakkını verirdim. Ayrıca büyüklerim kuracağım cümleyi söylemezdi, her kapıda farklı şekilde ifade ederek canlı performans sergilerdim. Bunu fark eden komşularımız da yok değildi. Hemen içeri koşup şeker kâsesi ile belirdiklerinde aldığım bir şekerlik mutluluk, sonraki kapıları çalmaya teşvik primi vazifesi görürdü. Böylece tüm mahalleyi dolaşır, hatta meselenin ehemmiyetine göre biraz daha arka sokaklara da giderdim. Efendim, ”Bir evin ne kadar davet ihtiyacı olur ki toplasan üç beş etmez.” dediğinizi duyar gibiyim; acele karar vermeyin, derim. Komşuların sıklıkla: “Emine bizim mevlidi de duyuruverse.” ricasında bulundukları bir dönemdi o zamanlar.  Annem ne dese beğenirsiniz?

-Olur tabii, ne demek…

Bana mahallenin yolları taştan…Ben de ne yapayım? Bir kaç kafadarı toplayıp çileme ortak ederdim. Hatta paylaşırdık, şu kapıda sen söyle, bu kapıda ben. Hâlime şükretmem gerektiğini büyüyünce öğrendim. Başka yörelerde gidilen evlere kumaş, çerez gibi hediyeler de bırakılırmış. En azından böyle bir yüküm olmadı.

Şimdi düşünüyorum da o zamanlar telefon yoktu, sosyal medya yoktu ama farkında olmadan mahallenin doğal sosyal medyası olmuştum. Çünkü seksenlerde çocuk olmak kurban kesildiğinde et, kandillerde helva ve lokum dağıtan, komşuya “Bir maniniz yoksa annemler size gelecek.” diyen olmaktı. Sokaklarda koştururken edindiğim mahalle kültürü, büyüklerimiz sayesinde ihtisasa dönüşmüş ve sosyal medyanın zarif, diğerkâm, paylaşımcı temelleri atılmıştı o günlerde. Paylaşımcı deyince hayaliniz hangi noktaya kadar uzanır bilemiyorum ama bizimki bakkala gitmek yerine komşudan ödünç almak seviyesindeydi. Hatta bir gün annem beni tombik oyununun en tatlı yerinde çağırdı:

-Kızım bugün kandil, lokum yapıp komşulara dağıtacağız. Git, Ferhan teyzenden yoğurt iste, bizde az kalmış, dedi. 

Ferhan teyze bizim karşı komşumuzdu. Bahçe içindeki şirin evleri aynı zamanda bizim de evimiz gibiydi. Evin büyüğü Hatice ninenin itinayla yetiştirdiği güllerle dolu bahçeyi dolaşmak, gül şerbeti için camın önüne dizdiği gül yaprağı dolu kavanozları seyretmek, çocukluğumun unutulmaz karelerinden biriydi. Aklım yarım kalan tombik oyununda, gözüm Hatice ninenin bahçesinde arzıendam eden güllerde, cismim ise Ferhan teyzenin kapısının önündeydi. Zile basmıştım çoktan ama kapıyı açan olmadı. Bu gibi durumlarda ne yapacağını bilen olmanın rahatlığıyla, balkonun kenarında dizili vita yağı kutularından oluşmuş saksıların altını arayıp anahtarı buldum. Buzdolabından yoğurt tenceresini çıkardım fakat yoğurdu koyacak bir kâse bulamadım. Ben de eve boş dönmektense tencereyi alıp gitmeyi tercih ettim. Annem hem güldü, hem de lokum hamurunu yoğurdu. Sıra benim en çok sevdiğim sahneye geldi. Annem eliyle hamuru sıkacak, yumruğunun üzerinde beliren hamur topunu kaşık yardımıyla kızgın yağa atacaktı. Bu benim için tam bir görsel şölendi. Tabii midem de göz hakkı payıyla şölenin en güçlü katılımcılarındandı. Fonda ise karışık kızgın yağ ve hamurun muhteşem düeti vardı. Tüm hamurlar kızardıktan sonra iş yine bana düşerdi. Tabak tabak lokumları komşulara götürüp kandillerini tebrik etmek gerekirdi. Tahmin edersiniz ki işe Ferhan teyzeden başladım. Önce tencereyi verdim, ardından da eksilen yoğurdun son hâli olan lokumu. Çünkü komşuda pişenin bize de düştüğü, kokusu gitmiştir diye “Al, bir kâse de onlara götür!” dendiği bir dönemde yaşıyordum. O zamanın sosyal medyası olarak ben ve arkadaşlarım, yediklerimizi bizzat bölüşmeyi bilirdik, paylaşamayacağımız kadar az ise sokakta yemezdik. Büyüklerimiz de ekonomik imkanlar olarak temin etmesi zor olan bir şey almışlarsa çantalarında görünmeyecek şekilde eve getirirlerdi.

Şimdilerdeyse mahallenin küçük sosyal medyası büyüdü, internetle birlikte dünya köyünün bireyi oldu. Herkesi tanımasa da sokaklarında cirit atamasa da o köyü de çok sevdi, hızla değişen ritmine ayak uydurdu. Gerçek sosyal medya ile tanıştı ve tahmin edeceğiniz üzere kaynaşması hiç zor olmadı. Olmadı ama bir ayağı ve gönlü hâlâ o küçük dünyasındaydı. Bazen kendisine uzaktan baktığında geçmişle bugün arasında uzanan ipe sımsıkı sarılan bir sarmaşık gibi hissederdi. O da aşkla bağlıydı hem geçmişe hem de bugüne. Bazen de Hz. Mevlana’nın pergel metaforunun içinde gibi hissederdi. Sosyal medya mahallesindeydi lakin o öğrendiği paylaşım kültürüyle orada yerini aldı. Çok kültürlü hayatın içinde kurduğu bağların ardında, mahallesindeki komşu teyzelerin, amcaların izleri vardı ve o böyle var olmayı sevdi. Dünyalı olabilmişti ama  belki bir gün bir ayaklı davetiye de onun kapısını çalar mı, diye bekledi.