Özenle örülmüş dantellerin süslediği komodin, odanın ortasında duran minik siyah sehpa, onun üzerinde boncuklu bir örtü ve kristal bir vazo… Balkon kapısından içeri süzülen rüzgâr perdeyi nazikçe oynatıyor. Köşede bir deve tabanı sessizce duruyor, kurdele çiçekleri hafifçe titriyor. Ve biz, çocuk ayaklarımızla odanın içinde koşturuyoruz.
İçeriden bir ses yükseliyor: “Çocuklar, burası misafir odası; burada olmamanız gerekiyor!”
Telaşla birbirimize bakıyoruz; az önceki sevinç çığlıklarının yerini birden kaygı alıyor. Topun çarptığı dal kırılmış, yaprak boynunu bükmüş. Onun yasını tutuyoruz. Yanaklarımızda beliren kırmızı utançla usulca odadan çıkıyoruz. Evin en güzel odası burası; en ferah olanı. Genellikle kapısı kilitli; bir gün, biri gelir diye saklı bir hazine gibi bekliyor köşede.
Son zamanlarda bu ses içimde yankılanıyor: “Burası misafir odası, buradan çıkmak gerek!”
İçimde çalan parçanın notalarını kestiremiyorum. Kalbimin en kuytusuna bir umut ağacı dikiyorum. Çevresini sarıyor ve ödünç sevinçlerle aşılıyorum ama yine de onu iyi bilenmiş baltalardan koruyamıyorum. Bir zamanlar en çok olmak istediğim yerdeyim: Misafir odasında. Herkes biraz yabancı artık. Gülümsüyorlar içtenlikle, hâlimi hatırımı soruyorlar, sonra odalarına çekiliyorlar.
Artık ayakkabılarım kapının önünde durmuyor. Yemek masasındaki sandalyem kaldırılmış; yerine başka odadan getirilmiş, desenleri uymayan bir sandalye bana eşlik ediyor. Dolabımı açtığımda karşıma çıkan unutulmuş birkaç parça eşya, bir zamanlar ait olduğumu hatırlatır gibi göz kırpıyor. Yorganlar hep toplanmış, lavanta kokusu buram buram yayılıyor. Duvarların bu kadar beyaz olduğunu ilk kez fark ediyorum. Salondaki saatin insanı delirten sesi şimdi daha da belirgin. Köşeme çekiliyorum sessizce, rahatsız ederim korkusuyla. Sofrada bir şey istemeye utanıyorum.
Ya yoksa?
Eski bir fotoğraf takılıyor gözüme; o mutlu yaşanmışlıkları anımsamaya çalışıyorum. Yavaş yavaş silinirken albümlerden, veda ediyor anılarım hafızamın derinliklerinden. 90’larda çocuk olmuş birçok insanın dilinden düşmeyen o söz yankılanıyor kulaklarımda; yuvamı unutturmamak için bana: “Bizler, sokaklarda oynayan son çocuklardık. Ah, ne güzel günlerdi o günler…”
Çocukluğumun sıcak mahalle sesleri yankılanmaya başlıyor içimde; her bir tınısı, beni usulca evime, Bir Zamanların İstanbul’una yaklaştırıyor.
Öyle zamanlardı ki İstanbul’un yorgun ve kalabalık çehresini, pır pır eden kalplerinden yükselen sevinç çığlıklarıyla süsleyen çocuklar dolaşır dururdu. Bazı semtler, mahalle kültürünü 90’lardan sonra da uzun süre yaşattı. Bu, çoğunlukla bir tercih değil; merkezden uzakta yaşamanın getirdiği bir mecburiyetti. Bu şartlar, gecekonduda ailesine bakan anneleri ve akan çatı evi kirletmesin diye leğen koyan babaları zorlasa da çocuklara, anlatacakları bir dolu özlem; “Biz, mahallede oynayan son çocuklardık.” diyebilecekleri bir mazi bıraktı.
Mahalle olmak, aile ve komşu olmak demekti. Farklı kültürlerden, farklı memleketlerden insanlar bir mozaik oluşturur, ahenk içinde yaşardı. O günlerde tüm mahalle birleşir, büyük küçük demeden ip atlar; kadınlar derin bir sohbet eşliğinde hasırlar serip oturur, az ileride yakantop ya da futbol oynayan çocuklarını seyre dalardı.
Sokağın başından poşet taşıyan biri göründü mü, herkes bisikletleri kenara bırakır ve yardıma koşardı çünkü tanıdık ya da tanımadık fark etmezdi; sokağın misafirine hürmet ederdi. Yaz aylarında hep birlikte sokakta halı yıkanır, ramazan iftarları bir sokak boyunca uzanan masalarda karşılanırdı. Ramazan davulcusu sahura davet ederken tüm çocuklar pencerelere koşar, ona el sallardı.
Bazı günler vardı ki o pencereden herkesin büyük bir heyecanla beklediği bir ses duyulurdu. Ufukta bir adam görünürdü döner salıncağıyla. Harçlıklar kapılır, salıncağın etrafı sarılır; herkes o dakikalarda kendini rüzgârın yüzlerdeki dansına bırakırdı. O salıncak, nice lunaparklardan daha çok mutlu ederdi herkesi. Nazlı yaz akşamlarına semaver çayı eşlik ederdi.
Ne zamanlardı…
Şimdi ise…
O evler bir bir yıkıldı. Sokakta tek kale maç yaptığım arkadaşlarımdan geriye sadece isimleri kaldı: Umut, Barış… Bazen düşünüyorum: Acaba onlar da hatırlıyor mudur bütün bunları? Yoksa bu, hafızamın sadece bana oynadığı bir oyun mu?
Çok uzun zaman oldu İstanbul sokaklarında gezmeyeli, futbol oynamayalı, geçmişi hep birlikte yâd etmeyeli… İçimde durmadan bir ses yankılanıyor: “Zeynep, burası misafir odası, buradan çıkmak gerekiyor!”
Kalkamıyorum. Çıkamıyorum.
Keşke bir zil çalsa… Umut ve Barış aşağıda belirse: “Hadi, sizi bekliyoruz!” deseler. Hiç düşünmeden koşarak insem…
Ah, keşke çocuk gözlerimle bu dünyayı bir kez daha görebilsem!
