Peyami Safa, bir yerde suçlamanın anlamaktan kolay olduğunu söyler. “Çünkü anlarsak değişmemiz gerekir.” diye ekler.

Suçlamak, birçoğumuzun aşina olduğu, kolay bir yoldur; emek gerektirmeyen, konforlu, refleks olarak ortaya koyduğumuz bir davranıştır. Bundan kastettiğim, küçük yaşlardan itibaren oluşan bilinçaltımızdaki yanlış yazılımlarımızın etkisiyle otomatik olarak gösterdiğimiz davranış biçimleridir.

Doğduğumuz andan itibaren bizi büyütenlerden ve çevremizdekilerden öğrendik suçlamayı ve suçlanmayı. Bebekken kolumuzu ya da bacağımızı bir yere çarptığımızda, neden ve nasıl olduğunu bile anlamadan kapıların, duvarların suçlandığını gördük. Yetişkinlerin anlamsız bir şekilde eşyalara vurduğunu hatırlayın. Dikkatli olması gereken biz iken suçlanan cansız bir eşyaydı. Böylece sorumluluk almayı değil, yerli yersiz suçlamayı ta bebekken öğrendik.

Biraz daha büyüyünce, kimi zaman ebeveynlerimizin anlaşmazlıklarının, kimi zaman annemizin gözyaşlarının ve babamızın öfkesinin; bazen de kardeşlerimizin yaramazlıklarının sorumlusu biz sayıldık. Başarısızlıklarımızdan, toplumun kalıplarına uymadığımızdan dolayı yargılandık. Sınıfta sıra dayağından geçirilirken, yapmadığımız bir işten dolayı topluca suçlanmanın nasıl bir his olduğunu deneyimledik. Suçlamanın; o çabasız, kolay ve sorumluluk gerektirmeyen dayanılmaz hafifliğini keşfettik böylece. Yıllardır tecrübe ettiğimiz bu duygu, artık çok tanıdıktı bize. Beynimiz bu yolu birçok kez kullanınca, bu yoldan gitmek kolaydı. Ne zaman başımız sıkışsa, kusuru başkasında aramanın o sınırsız özgürlüğüne yasladık sırtımızı. Biz, bütün eylemlerimizde haklıydık. Suçlu olan hep karşımızdakiydi.

Oysa anlamak, bildiğimiz o asfalt yol varken hiç bilmediğimiz patika bir yoldan gitmek gibidir. Karanlığı, bilinmezliği korkutur bizi. Korkutur çünkü insan bilinmeyene ve tecrübe edilmemiş olana karşı kendini savunmasız hisseder. Daha önce denemediğimiz bir yolu tercih etmek ise bilinçli ve iradi bir tercihtir, bağımsız bir benliğe sahip olmayı gerektirir. Bağımsız bir benlik de ancak kendi özgür irademizi elimize almakla mümkündür.

Şimdiye kadar bütün bildiklerimizi çöpe atmak, hiç bilmediğimiz bir dünya ile tanışmaktır anlamak. Başkalarının gerçekliğini anlamaya başladığımızda, derinlerde bir yerde kendi karanlığımızla karşılaşırız. Tek hakikatin bizimki olmadığı hatta hakikat bildiğimiz birçok şeyin de bir yanılgı olduğu gerçeği ile yüzleşiriz. Bu, bir manada kendi putumuzu yıkmak gibi ürkütücü bir histir.

Kendi gerçekliğimizi kısa bir süre de olsa bir kenara bırakıp diğerini anlamaya odaklanmak biraz da yok olduğumuz hissini yaşatır bize. Sınırlarımızın kalktığını, korunaksız kaldığımızı, kendimizden uzaklaştığımızı hissederiz. Sanki kontrol bizden çıkmıştır ve bu dayanılmaz bir histir.

Başkasını anlamak, empatinin de ötesinde, onun hisleriyle yaşamayı başarabilmek demektir. Geçici bir süreliğine karşımızdakinin duygularına bürünüp onun gibi bakabilme becerisidir. Bu yüzdendir ki anlamak; meşakkatli, bizi değişime zorlayan, sorumluluk almamızı gerektiren, zihinsel bir süreçtir. Sezai Karakoç’un da dediği gibi: “Anlamak masraflı iştir. Emek ister, gayret ister, samimiyet ister.”

Birini gerçekten anlamak istediğimizde, artık kafamızdaki o kalıplaşmış düşüncelerden çıkmak zorunda kalırız. Bundan sonra yapılması gereken değişim sorumluluğunu üstlenmektir. Bu ise gerçek bir irade ve eylem becerisi gerektirir. Kendine rağmen başkasının penceresinden bakabilmek için cesaret ve enerji lazımdır; düşünmek, planlamak, anlama gayretlerini sık sık egzersiz etmek ve beynimizde yeni yollar oluşturmak için dinamik bir enerji.

Bütün bu çaba, birçoğumuz için zordur ve başlarda yorucudur. İnsan genellikle kolay olana meyilli olduğundan anlamak için çaba göstermek ve karanlık sulara girmek istemez. Fakat şunu unutmamak gerekir ki değişim zaman isteyen bir süreçtir. Her şeyde olduğu gibi birbirimizi anlama konusunda da korkularımızın üzerine gitmek ve başkasını suçlamadan önce durup kısa bir süre düşünmek, bizi özgürleştirecek, küçük fakat önemli bir adımdır.